“BİR KİŞİ BİLE DEĞİLİM YALNIZLIKTAN”“İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor. Öyleyse bizim yalnızlık dediğimiz şey, bir kendini ayırmadan (tecrit etmeden) çok, kendine yönelme, kendini daha yakından inceleme yetisi olmalı.”
Bazı yazılar vardır. Okumaya başladığınız zaman kelimeler yavaşça kıpırdaşıp canlanmaya, sayfadan çıkıp sizinle beraber soluk almaya başlar. Beraber yürür, beraber içer, beraber ağlarsınız. İşte Cansever’in anlatımı bu şekildedir. Kelimetraştır. Kelimeleri biçimden biçime sokup karşınıza oturtur. Kimi zaman Ruhi Bey olup çarşıda dolanır, kimi zaman Yakup olup çağrılmayı bekler. Kirli bir Ağustos’ta, Umutsuzlar Parkı’nda elinde Yerçekimli Karanfil ile Gelmiş bulunur çoğu zaman. Bazen de Oteller Kenti’nde Gül döndürür avucunda sonrasını bekleyerek… Ama bilir, tıpkı Öncesi’nin kaldığı gibi Sonrası da Kalır…
“Hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız
Ben dediğim koskocaman bir oyuk”
Modern Türk şiirinin yenilikçi ve en üretken -17 şiir kitabı yayınlamış- şairlerinden biridir Cansever. Edebiyatımızda dramatik monologun -bir ya da birden fazla karakterin anlatısına dayanan çoksesli şiir türü- babasıdır. Şiirlerindeki bu çoksesli anlatımının nedenini ise; insanın, günlük eylemlerini gerçekleştirirken, her biri için farklı rollere bürünüp zamanla yaşadığı kişilik karmaşasıyla asıl kişiliğini yitirmesi olarak belirtir. Yani onun monologları bireyin bölünmüşlüğü ve çelişkileri üzerinedir. Edip Cansever'e göre; “Direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönen ve sürekli olarak çeşitli rollere bürünen bireyin şiirde hakkıyla temsil edilebilmesi, şiirde anlatıcılara bölünmesiyle yani dramatik bir şiirle mümkündür.”
Cansever’i okurken düz bir şiir bekleyenler büyük bir yanılgıya düşeceklerdir. Onun anlatımı, düzyazıya özgü olan öyküleme, diyalog, iç monolog, oyunlaştırma gibi tekniklerin yardımıyla; imgelemeler ve sembollerle oluşturulan yeni bir şiir formudur. Şiirlerinde, kentleşmenin getirdiği bunalımla beraber çevresine yabancılaşmış, çoğunlukla yalnız, umutsuz, sıkıntılı insanları işler.
“Üstüme pek uymayan bu yalnızlığı ben
Taşımışım bir yolcu gibi çocukluğumdan bu yana”
“Şiirle düşünmek, yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır.” dese de şiirlerinde varoluşçu felsefenin izleklerini taşır.
Peki, nedir bu varoluşçu felsefe? Søren Kierkegaard’ın temellerini atıp Nietzsche’nin kolonlarını dizdiği, Camus’nün önemli dokunuşlar yapıp ve son olarak Sartre’ın tamamladığı, yepyeni bir anlayışla “insani deneyimi” odağa getiren, yaşamın anlamını arama ve kişinin kendisini bulmasını sağlama çabası olan felsefedir. Varoluşçulara göre insan bu evrene fırlatılıp atılmıştır. Dolayısıyla bilinç değil, bu dünyada var olmak asıl gerçekliktir. Sartre'ın deyişiyle insan giderek "nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık" haline giriyor. "Geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık." Tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlık... Ve insanın bu durumdan kurtulması için kendi özünü oluşturması gerekir. Onun şiirlerinde de karakterler özlerini bulmaya çalışır.
“Bir kara parçası sanır insan
Düştü mü başı derde
Kendini açık denizlerde.”
İkinci Yeni akımının önemli isimlerindendir. Şiirlerinde Dadaizm (1), Sürrealizm(2) akımlarının etkisi vardır. Anlatımı kapalı ve alegoriktir.(3) Ama daha sonra ‘Tragedyalar’ ile beraber açık anlatıma gidecektir. Şiirlerinde, alışılmamış bağdaştırmalar(4) ve yeni sözcükler türetilerek oluşturulan günlük konuşma dili hakimdir. Öyle ki sizi evinizden çıkarıp sokaktaki yalnızlığa götürür.
Yazdıklarının aksine çok umutlu biridir Cansever. İnsanın umutsuz yaşayamayacağı söyler. Yine de şiirlerinde, hayatlarda gizli özne olmuş, herkesin hayatına dokunan ama görülemeyen insanları işler. Sebebini de; böyle insanların olduğu ve onların da anlatılması gerektiği olarak açıklar. Yoksa ölüm temasını ağırlıklı olarak işleyen bir şair şöyle dizeler yazar mıydı?
“Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan
yaşıyorken
özgürdür.”
Hayatını sadece şiire adamıştır. “Şiirle düşünmek, yalnız buna inanırım” der. Ve kıymetli dostu Cemal Süreya’nın dediği gibi:
“Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
Ruhi Bey’i, Yakup’u, Seniha’sı, Cemal’i, Hilmi Bey’i, Ahmet Abi’si ve gönlümde yer edinen daha pek çok karakteriyle bu dünyadan bir Ömer Edip Cansever geçti. Huzurla uyu ama şunu belirtmek isterim ki ‘mezarlı ölümsüz’lerdensin.’
Ve son olarak şu dizeleri fısıldıyor ruhumuza:
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”
İnsan olduğumuzu hatırlayıp, insanca yaşadığımız bir dünyaya uyanmak dileğiyle.
EK BİLGİLER:
(1) 1916'da dil ve estetik kurallarını tanımayan, kelimelerin anlamlarına önem vermeyen, anlatım tarzı olarak olabildiğince çağrışımlara dayalı yöntem izleyen akım.
(2) 1924'te Fransa'da ortaya çıkmıştır. Sürrealistler, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkmışlardır. Sanatçı bilinçaltındakileri dışa vurarak eserini oluşturur. Akıl ve mantık değersizdir. İnsanı yönlendiren iç güdülerdir, bilinçaltıdır.
(3) Bir fikrin, davranışın eylemin, duygunun, bir kavramın ya da bir nesnenin simgelerle, sembollerle ifade edilmesi.
(4) Birbiriyle uyuşmayan ifadelerden oluşturulan bağdaştırmadır. Kelimeler yan ve mecaz anlamlarıyla kullanılır. İmgesel, sanatlı bir anlatım vardır.