Lacan, bazılarının bugün zannettiği gibi kadının erkeğin aşağısında yer aldığı biyolojik bir cinsiyet farkını temel alan kısıtlı bir aile anlayışının savunucusu değildir. Her öznenin Simgesel Yasa'ya tabi kılındığını savunuyorsa da bu yasa hiçbir zaman jandarma sopası gibi gerici bir fallusa benzememektedir.
1976'da Michel Foucault, Lacan’ın daha o dönemde algıladığı bir şeyi fark etti ve bundan, bana her zaman için epey tutarlı görünen politik bir sonuç çıkardı. Temelinde, diye altını çiziyordu, psikanaliz faşizme teorik ve pratik olarak karşı gelmekle kalmaz -elbette her psikanalist için bu durum geçerli değildir- aynı zamanda eşitsizlik teorilerine bağlı ırkçılıktan uzaklaşarak ve cinselliğe kendine özgü bir yasa vererek, günlük cinselliği kontrol ve yönetme yöntemlerine güvenmemek gibi bir erdeme ulaşmıştır. Özetle Foucault disiplin olarak psikanalizin "politik bir şerefi" olduğunu kabul etmiş, Freud'un buluşuna da kuşku aracılığıyla egemen iktidarın mekanizmalarını teşhir etme özelliğini atfetmiştir.
Freud gibi Lacan da modern antropolojinin tezlerinden destek alarak, aydınlanmış bir muhafazakarlığa özgü değerleri savunuyor, Freudculuğun, ailenin yok olmasına yönelik girişimlere olduğu kadar, otoriteye dayanan bir başkanlık maskaralığına da set çektiğini düşünüyordu.
Lacan'ın 1936 ile 1949 arasında nasıl değiştiğini çok açık görüyoruz. İlk önceleri biyolojik evre kavramından uzaklaşarak imgeselin fenomenolojik bir teorisini ve nesnenin sürrealist bir yorumunu hazırlamıştır. Ama sonradan Descartes akıcılığını gündeme getirerek deliliğin kendine özgü bir mantığı olduğunu ve cogito'nun dışında düşünülemeyeceğini göstermiştir. En son olarak da üçüncü aşamada öyle bir özne teorisi bulmuştur ki Descartes cogito'sunu değil, cogito'dan kaynaklanan ben psikolojisi geleneğini reddetmiştir.
Melanie Klein gibi Lacan da her türlü ben psikolojisinin tersine, Freud'un ikinci yapısal modelini -ben, altben(le ça), üst ben- ciddiye alıyordu. 1923'ten başlayarak iki açıklama mümkündü. Birincisi; beni (moi) altbenin sürekli bir ayrışması sonucu ortaya çıkan bir ürün olarak ele alıp bu benin gerçekliğin temsilcisi olarak hareket ettiği ve dürtüleri içinde tutmakla yükümlü olduğunu savunmaktan ibaretti (bu Amerikan okulunun Ben Psikolojisi'dir); diğeri ise, benin özerkleşmesiyle ilgili her türlü düşünceye sırtını dönerek, bu oluşumu özdeşleşme süreciyle açıklıyordu (bu da Fransız okulu olacaktır).
Kojève, 1930'lardaki modern düşüncenin yeni bir devrimin farkına varması gerektiğini öne sürüyordu: Düşünüyorum (Descartes) felsefesinden Arzuluyorum (Freud, Hegel) felsefesine geçiş söz konusuydu. Başka türlü söyleyecek olursak, Kojève'in izinden giden Lacan'a göre öteki/başkası ya da ötekilik/başkalık, arzulayan bir bilincin nesnesi olarak düşünülebilirdi.
İncelemenin ilk kısmında Lacan'ın Arzu grafiğini ele aldıktan sonra, Hitchcock'un The Birds (Kuşlar) filmi üzerine Bakır'ın söylediklerine ek olarak getirmek istediğim birkaç yorumu paylaşacağım.
Arzu grafiğinin dört şeması üzerinden öznenin yapılanma süreci >>
Şekil 1 - i.imgyukle.com/2020/05/04/rXgK...
Burada S-S', vektörü
"Aşkta, diyordu, insan kendi kendisini sever, ayna boş kalır, sevdiğim kişi orada gördüğümü sandığım kişi değildir."
E. Roudinesco - Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan
Tahminlerde hep bir doğruluk payı vardır ama tatminleriniz her zaman bir yanılsamadır. Çünkü "tatmin olmak" dediğimiz şey "insanın tatmin olmak" için "kendine" karşı uydurduğu bir yalandır. Belki insanın tek tatmin olabildiği nokta budur. Gerçekliğin olduğu yerde "tatmin" olamaz. Lacan insan arzulanmayı