“Ağrıdağının yamacında bir göl vardır.Bir harman yeri büyüklüğündedir. Suları som mavidir. Her yıl, bahar dünyaya yürüdüğünde, bir sabah, daha gün doğmadan Ağrıdağının tekmil çobanları bu göle gelirler. Gölün kırmızı kayalıklarına, bakır toprağına kepeneklerini atar, bin yıllık sevda toprağına otururlar ve Ağrıdağının öfkesini kavallarıyla, hep bir ağızdan çalaralar. Akşam olurken de bir ak kul gelir, küçücüktür, kanadının birisini som maviye batırır, uçar gider. Arkada, az ötede de büyük bir at gölgesi göle doğru gelir. Gelir gelmez de ortadan kaybolur gider. Gün kavuşur kavuşmaz da çobanlar kavallarını hep birden keserler ve Ağrıdağının karanlığında solar yiter, karanlığa karışırlar.”
Beni derinden etkileyen bu efsane de her şeyin bire bir içinde olduğumu hissettim ki, sofinin üç defa götürdüğü atın yollarından geçtim, o yollardan atın arkasından hayalet gibi geri dönüp Ahmetin evine döndüm. Ahmetin kavalının namelerini işitirim hala, zindanın içeriye saldığı o altın sarısı ışığı yüzümde hissederim.Memonun avucundaki saçın sıcaklığını bilirim. Sarayın önüne doluşan halkın sesiyim. Ağrıdağında Ahmetin yaktığı ateşim. Gülbaharla Ahmetin arasına giren yalın kılıcım ben.