Gerek Rauf Bey, gerek diğer arkadaşlar, Atatürk'ü, neler yapacağı bilinmeyen bir insan olarak kabul ediyorlar. Başından beri böyle tanımış­lar ve bunun için ondan korkarlardı. Onu frenleyecek ve nihayete kadar bu hususta emniyet verecek tek çareyi, ne yapacaksa yapmadan evvel kendilerinin muvafakatini almasında görüyorlar. Kendilerine vaziyette bu­lunurlarsa bulunsunlar böyle olmasını istiyorlardı.
Laik cumhuriyet şekilleniyor. 1924 Anayasasını da bunun esaslı bir adımı saymak lazım. Yalnız bir nokta dikkati çekmektedir. Bu anayasada, «Türkiye Devletinin dini, dini İslamdır.» hükmünün yer aldığını görürüz. Cumhuriyetin ilanını sağlayan birkaç maddelik değişiklikle anayasamıza giren bu hüküm, yeniden yapılan 1924 Anayasasında aynen muhafaza edilmiştir. Bunu şöyle izah edebiliriz Reformları, bizzat hâkim olarak tat­bik ediyoruz. Hareketlerimiz dini İslama mugayir değildir. Bu tesiri muha­faza etmek istiyoruz. Şartlar, bizi ihtiyata mecbur etmiş, demektir. Böyle bir hükmün anayasaya sonradan sokulması, laik cumhuriyet konusunun henüz daha kâfi derecede işler halde olmadığını gösterir.
Reklam
Şeyh Sait İsyanında memlekette senelerden beri yu­valanmış olan oropagandanın eserleri görülmüştür. İngilizlerin Musul hareketi esnasında ve daha sonra Nasturi ayaklanmalarında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Sait İsyanının patlamasında zahiren yardımcı oldukları intibaı mevcuttu.
Şeyh Sait İsyanının sebeplerini değerlendirirken dikkatli olmak gerek­tiği kanaatindeyim. Herhalde bunu bir milli hareket olarak kabul etmemek lazımdır. Milli Mücadele esnasında ve Lozan müzakereleri devam ederken, Kürtler umumi olarak Türk camiasında bulundular ve memleket birliğini muhafaza etmek milli hükümeti kuvvetli bulundurmak için arzu ile yardım­cı oldular. (…) Bununla beraber bu isyanın sebep­leri arasında, Doğu Anadolu'daki sosyal meseleler üzerinde düşünmek icap eder. Doğuda şeyh hâkimiyeti ve herkesin kendine göre bir nüfuz mın­tıkası, bir hâkimiyet bölgesi meselesi vardır. Öteden beri, OsmanlI İmparatorluğu'ndan beri devam eden bu vaziyet, tahrikin ve cüretin temeli ola­bilir.
Esasen bizim siyasi bünyemize eskiden beri şu hastalık arız olmuş­tur: Muhalefette veya İktidarda bulunanlar; kendisi şahsen geniş yürekli ve serbest fikirli olsa da din cereyanlarından istifade etmek imkânı bulu­nursa, teşkilatıyla, maiyetiyle siyasi bir menfaat olarak, muvakkaten di­ye, belli bir merhaleyi geçinceye kadar diye, şimdilik diye ondan istifade etmeye kalkar. Kültürü buna müsait bulunmayanların bile bu sakat mey­lini yenmek mümkün olmuyor. Siyasi hayatımızda bu hastalık içine başın­dan beri girmişizdir ve nihayetine kadar bu hastalıktan kurtulamamışız­dır.
Terakkiperver Fırka erkânı, reformcu kimselerdi ama OsmanlI reformcusu idiler. Ben dahil, hiçbirimiz, reformculukta Atatürk- metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükûnetle vaziyeti mütalaa ederek, halin, zamanın tedbirleridir diye düşünmüşümdür. Atatürk'le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması... Farkımız bundan geliyor. Halbuki zaman da farklıydı, Atatürk ile aralarındaki ölçüler de farklıydı. Beraber bulundukları bir işten çıkıp, dışında kalarak, onun cereyan tarzını takip etmeye istidatları zayıftı.
Reklam
411 öğeden 381 ile 390 arasındakiler gösteriliyor.