Ey Salâh Birsel'in kulağı, şunu iyice kap ki, yer gök götürmez kitaplar olsun, pazarlama yöntemleri olsun bir yerde okurların canını kaldırtsa da giderek öfkesini kabartır. Onları kitaptan soğumaya iteler. Bir kez onlardan yüz çevirince de değil Hüseyin Rahmi’nin, çağımız yazarlarının kitaplarını bile okumaz. Okusa da anlamaz. Anlasa da anlatamaz. Eh, bir kitap da anlatılmayacak olduktan kelli ne diye okunmalı? Zaten memleketimizin büyükleri : "Gülmeyeceksen gülme, okumayacaksan da okuma!" buyurmuşlardır. Bunun daha alengirlisi de vardır: "Okuyan dert bağlar, okumayan dört bağlar». Biraz daha filozofçasını istersen : "Okuyanın dostu olmaz.» Bu büyükten büyük söylevi bitirmiş, bitirmemiştim ki kapı açılarak içeri, şırrrak, Marcel Proust daldı. Arkasında da kara gün hizmetçisi Céleste. Ben bel bel bakınırken, Fransız yazarı -çünkü yine düş görmeye başlamıştım , üç adımda başucumu tuttu. Gözlerini gözlerime dikti, onları oradan ayırmadan da ağır ve oturaklı bir sesle hizmetçisine şunu sordu : — Ben her zaman ne derim sana? — Kahve yine haşlak olmuş. — O değil benim budala Céleste'im, o değil. — Ha anladım, okumakla ilgili... — Tastamam! Hadi şimdi gel de onu bu okuma düşmanı bayın yüzüne bir kez daha üfürüver. Céleste badi badi yaklaştı. Sonra da ağzını burnuma doğru uzatarak kart bıldırcın sesinin bütün gücüyle bağırdı — Ama Céleste, okumak gerek!
O, zamanını yemek yemeye bile ayırmak istemez. Bütün gününü çokluk iki fincan sütlü kahve ve iki de ayçöreği ile geçirir. Bu çörekler, kimi zaman, bire bile iner. Bu, biraz da çokça yenecek bir yemeğin kafasını mahmurlaştıracağından, duygularını körelteceğinden korkmasından gelir.
Geri19
92 öğeden 91 ile 92 arasındakiler gösteriliyor.