Biz bu ilerlemeyi, kendimizi avutmak için uydurmuşuz. Hayatın ne bir mantığı ne de anlamı vardır.
Tutsaklık olmasa ilerleme de olmaz; azınlığın çoğunluk üstünde egemenliği olmazsa insanlık yolda kalır.
Hayatı daha rahat hale getirmek isterken onu daha da karmaşık bir hale sokuyoruz; işimizi azaltmak isterken onu çoğaltıyoruz. Fabrikalar ve makinelerin görevi daha çok ve daha çok makine yapmak içindir. Bu çok saçma bir şey... Gittikçe işçi sayısı artıyor oysa yalnız, buğday üreticisi köylüye ihtiyacımız var.
Ekmek,
işte emeğimizin doğadan talep edeceği tek nimet.
Ama insanın ihtiyaçları çok, mutlu oldukça daha çok şey arzu ediyor ve özgürlüğü kısıtlanıyor.
~
Şunu iyice kafana sok: İnsanın çok az şeye ihtiyacı vardır, bir parça ekmeğe ve bir kadına...
~
"
Dünyayı aşk ve açlık yönetiyor"
Bu ateşli sözcükleri duydukça, bunların
“Açlığın egemenliği" adlı devrimci bir broşürde yazılı olduğunu hatırladım; bu yüzden bu sözcükler benim indimde özel bir önem kazandı.
İnsanlar unutmaya, avunmaya çalışıyorlar, öğrenmeye değil.
Aralarında yaşadığım bu insanlarda önceleri farkına varamadığım bu insanlık aşkıydı.
Oysa burada her sözcükte bu aşk yansıyor, her bakışta bu aşk tutuşuyordu.
Masanın üstüne bir demet havuç atarak mutfaktan çıktı;
annesinin davranışını açıklamak için, Nikola bana göz kırpıp:
Bir sıranın üstüne oturarak, kadınların erkeklerden daha sinirli olduklarını, bu özelliğin onların vücutlarıyla ilgili bir sorun olduğunu anlattı.
Bunun İsviçreli olduğunu sandığı bir bilgin tarafından kesinlikle ispat edildiğini ve yine John Stuart Mill adlı İngiliz'in de bu konuda bir takım varsayımlarda bulunduğunu da sözlerine ekledi.