“Cellatlar Kahvesi’ndeki adamların hepsinin içinde, hiç yeşermeyen bir ağaç büyüyordu. Palalarıyla budadıkları, döktükleri kanla suladıkları,acı meyveler veren bir ağaç.”
"O bir cellat oğluydu ve oğlu bir cellat olacaktı."
Kitabı elime aldığımda konusu ilginç gelmişti. Fakat içine girdikçe, anlatılan olayların zaman dilimi de değişiyor. Bir bakıyorsunuz çocuklarının hayatını anlatırken, babalarının çocukluğu, hemen ardına gençlikleri derken arada da asıl zamana gelinmiş. Kimileri için bu zamanlar arası geçişler ilgi çekici olabilir, fakat anlatılan 4 - 5 farklı zaman bende bıkkınlığa sebep oldu.
Emeğe saygı diyerek, yazarımızın kalemine sağlık diyebilirim.
Osmanlı'nın karanlık yüzü cellatların, çocukluklarından başlayarak bu meslek için nasıl yetiştirildikleri, mesleği babalarından devralma sürecinde yaşadıkları keder ve onur mücadelesi, nefretle başlayan bir aşk hikayesi eşliğinde anlatılmış. Biçimsiz taşların altında yatan, isimsiz cellatların az bilinen ve hüzünlü hayatlarının kapısı duygusal bir kurgu ile aralanmış.
Sağ olan da, var olan da bilsin ki, sabır ümitle beslenir. Hem vallahi, hem billahi, Asır için ümit, oğlu doğuncaya kadar var olmadı.
Tam on yıl boyunca babasından nefret ederek yaşamak zorunda kaldı. Onunla aynı evde bulunduğu her andan, onunla aynı sofrayı paylaştığı her andan, hatta onunla aynı havayı soluduğu her andan nefret etti. Bu nefret onu olgunlaştırdı.
Kaskatı biri oldu.
Bu katılık, babasının ölümünü seyrettiği an, geçti.
Bıçak gibi kesildi.
Cellatbaşı olmak istediğinde daha yirmi altı yaşındaydı. Öyle kolay değildi, makam sahibi olmayan bir babanın oğlunun cellatbaşı olması. Önce bunun diyetini ödetirlerdi insana. Eğer cellatbaşı olmak istiyorsa, er meydanında, babasının Onur Savaşı’nı yönetmesi gerekiyordu.
Hiç tereddüt etmeden kabul etti.
Gecenin karanlığı, iki adamın tam ortasında dalgalandı.
“Bir şeye ihtiyacın var mı, Yusuf?” Asır, söyleyecek bir şey bulamıyordu. Bu gece yaşadığı bunca duygusal sarsıntıyla uyumaya gitmek çok akıllıca gelmiyordu. Belki biraz şarap içebilirdi.
“Var elbette. Bunu bir tek sen yapabilirsin. Bana bir tek sen yardımcı olabilirsin.” Yusuf’un yüzüne bir nur inmiş gibiydi. Aklına yeni geliyormuş gibi, sanki gerçek çözümü yeni buluyormuş gibi mutlu oldu.
Asır, yardımcı olabileceğini öğrenince ve adamın yüzünde mutlu bir şeyler görünce, sevindi. “Ne istersen yaparım.”
“Vaatlerine dikkat et ağa, isteyeceğim şeyi bilmeden karar verme.”
“Eğer yapabileceğim bir şeyse yaparım, bahtı kara Yusuf.”
“Bunu ancak sen yapabilirsin.”
“De hele, ne yapmalıyım? Neye ihtiyacın var?”
Yusuf, aklının çukurlarından birine dalıp, kendisinden bile gizlediği bir şeyi çıkartmak için çabalıyormuş gibi bekledi. Aradığını bulunca da cesareti için derin bir soluk aldı.
“De hele, neye ihtiyacın var.”
“Ölmeye ihtiyacım var.”