İnsanlığın nabzının kırsal-geleneksel, feodal, cemaatçi bir yaşam biçiminde attığı dünyada ise “kadın sorunu” diye bir şey algısal, zihinsel ve söylemsel olarak yoktu. Çünkü kadın-erkek eşitsizliği de, cinsiyet ayrımcılığı da, ataerkil cinsiyetçi söylem de doğallaştırılmış, “olağanlaştırılmış”tı.
Böyle bir toplumsal zeminde ataerkillik, hayatın havasına suyuna, taşına toprağına, ekmeğine ruhuna siner.