İkimizde paramparça olmamıştık. Uzuvlarımız hala yerli yerindeydi. İç organlarımız hala çalışıyordu. İkimizinde hala başı dönüyordu ama bu sadece viskinin yan etkisiydi.DWH ve ben sonunda birçok insanın, özellikle bir anne ve bir kızının, başaramadıklarını başarmaları için gereken cetrefilli süreci başlatmıştık. Kendimiz olduğumuz için, bu dünyaya geldiğimiz için ve geldiğimiz bu dünyada
birbirimiz uğruna değiştirebildiğimiz ya da değiştiremediğimiz her şey için birbirimizi
affediyorduk.
Büyük dayım sessizlikten daha büyük bir utanç olmadığını söyledi. Neden Bobby'den kimseye bahsetmediğimi bilmek istiyordu. Aslında kastettiği neden kendisine anlatmamış olduğumdu. Benden çalınmış olan şey için son derece üzgündü. Ona göre (ve bana göre de) esas
suç bekaretimi kaybetmiş olmam değildi. "Kaybetmek" sözcüğünün buradaki kullanımı
hatalıydı ve bir gömleğin düğmelerinden biri
kaybolmuş ve bulunabilirmiş ya da yeni düğme dikilebilirmiş gibi bir anlam çağrıştırdıkları. Esas suç benim seçme hakkımın elimden alınmış olmasıydı.
Kısa süre sonra "dokunmak sözcüğünün iki farklı duyuyu karşıladığını öğrendim. Dokunmak, parmaklarımın ucundaki deriyle ayaklarımın yumuşak tabanlarına bastırmaktı. Birinin dokunması, bir başkasının vücudunun ağırlığını aynı deriyle hissetmekti. Portakal şerbeti tadındaki çocuklukla geçirdiğim öğlenden sonraları bana, dokunmak sözcüğünün her iki tanımına hayran olduğumu öğretti. Her ikisinde de Wade sessizleşirdi. Gözlerini açar, sanki her an kırılacakmışım ya da koşup kaçacakmışım gibi bana bakardı.
Wade, kırığı olduğunu söylediğinde aslında daha önce vucudundaki kemiklerden birinin kırmış olduğunu kastediyordu. Hayal kırıklıklarından, kalp kırıklıklarından ya da ruh kırgınlıklarından söz etmiyordu. "