Gelibolu balık haline taze balık öğlene yakın (on bir gibi) gelir. Erken gidip tezgahlara yakın ahşap bir kahvehanede beklerim. Küçük bir kamyonet yanaşır. Üzeri buzlarla örtülmüş, köpüklere konmuş balıklar sakız gibi beyaz mermerlerin üzerinde sergilenmeye başlar. Olta balığı sorarım önce, şansıma ne çıkmışsa denizden alırım. Balıkçılarla pazarlık etmeyi sevmem, edeni de sevmem!
Levrek, mercan ve kefal vardı o gün.
Güneşli bir gündü. Sahil kalabalıktı. Balık lokantalarının arasından geçip denizi, feribottan inenleri ve kayıkları izledim bir süre.
Dönerken Yakşi’ye uğradım, konserve sardalye alacağım. Pek severim.
Rahmetli Ali amca sağ iken de uğrardım, laflardık. Balığın faydalarını, eski günleri, siyah beyaz anılarını anlatırdı.
Ali amcanın kızı Adile abla ile o gün tanıştık.
“Dur bir Sufi duası okuyayım sana” dedi.
“Ya Rabbim, hayvanların seslerini, kuşların cıvıltısını, rüzgârın fısıltısını ya da göklerin gürültüsünü duyduğum da hep Sen’in birliğini idrak ederim…”
Duayı el yazısı ile yazıp duvara bantlamıştı, mantar bir panoya iğnelenmiş miydi yoksa?
Geçmiş gün.
Paulo Coelho’nun bir kitabından alıntıymış dua. Simyacı’yı, Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’ı okumuştum.
Hangi kitabında var bu abla?
“Elif”
Durduk yere çıkmamıştı ya bu kitap karşıma! Cep telefonuma not ettim kitabı. Arabada Aynı Şarkı vardı, imzaladım hediye ettim Adile ablaya…
Az önce de bitirdim kitabı.
Okumam gerekiyormuş, okudum diyeyim.
En çok da Baykal Gölündeki o küçük köy kaldı aklımda.
Ben gölü arıyorken göl de beni arıyordur belki, kim bilir?
31MART 2020
Ali Gülcü