Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Ev (1946-1954)

Gün Zileli

Ev (1946-1954) Sözleri ve Alıntıları

Ev (1946-1954) sözleri ve alıntılarını, Ev (1946-1954) kitap alıntılarını, Ev (1946-1954) en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Dünyada ne “iyi”likler vardır, “kötülük sarayının” tuğlalarını ve harcını oluşturan.
Maalesef kadim bir gelenektir bu
Eğer bir ailenin kadınları, anaları, teyzeleri vb. bir aşkı ya da evliliği önlemek ister, bir kızı gelin olarak benimsememeye karar verirlerse, büyük ihtimalle bunu gerçekleştirirler. Yani onların oluşturduğu engel aşılmadan, böyle bir birleşme pek mümkün değildir.
Reklam
Küfeci köle çocuklar!
O zamanın “saygıdeğer” orta sınıf vatandaşları, daha omuzları yeterince gelişmemiş çocukların sırtındaki bu kocaman küfelere otuz-kırk kilo ağırlarındaki sebze ve meyveleri insafsızca yükler, yere eğilmiş başlarından süzülüp, burunlarının ucundan akan ter damlalarına aldırış bile etmeden peşleri sıra sürüklerlerdi. Verecekleri para da para olsa. Yine de cimrice pazarlık etmekten geri kalmazlardı. Bazen “insafa gelip” yer bezi yapacakları eski püskülerinden bir şeyler verdikleri de olurdu. Bu küfeci çocukların halini gördükten sonra, o zamanlar radyoda mandolin ve piyano eşliğinde sık sık çalınan, “cumhuriyet çocuklarına” seslenen, “Türk çocukları, Türk çocuklan, başlar yukarı, gözler ileri” marşı iyice ironik gelirdi insana.
Seyrettiğim kovboy filmlerindeki, baldırlarının iki yanından tabancalar sarkan, eğri bacaklarla yürüyen “Kahramanlara” müthiş özeniyordum. Turgay’Ia Can'da böyle bir özenti yoktu oysa. Galiba bu tür modalar öncelikle en küçükleri, dolayısıyla beyni en az gelişmiş olanları vuruyor.
Türkiye ‘nin vardır böyle ironik dönemleri
DP’nin, iktidara geldikten sonra yaptığı ilk işlerden biri, Anıtkabir’i inşâ edip, Atatürk’ün naaşını görkemli bir törenle Ulus’taki Etnografya Müzesinden, Anıtkabir’e nakletmek oldu. DP böylece, “Atatürkçülüğü” dilinden düşürmeyen, Atatürk’ün “yakın silâh arkadaşı” İsmet İnönü’ye ve partisine esaslı bir “gol” atmış oluyordu. Bu görkemli töreni hatırlıyorum. Neredeyse bütün Ankara sokaklara dökülmüştü.
Emirberler;
Erlerin, “emirber” adı altında, subayların evlerinde hizmetçi olarak kullanılmaları da daha az zalimce değildi. Bu, feodal çağdaki angarya kurumunun devlet zoruyla yürütülmesi, bedava emeğin hoyratça kullanılmasıydı. İki yıl mecburî hizmet görmek zorunda olan, köylerinden, ailelerinden koparılmış gencecik çocuklar evlerde hizmetçiliğe koşuluyorlardı. Bulaşık yıkamaktan, yer silmeye, çocuk bakmaktan, alışveriş yapmaya kadar. Onlar, evlâtlıklara sunulan ailevî sıcaklıktan bile yoksundular..
Reklam
Alpaslan Türkeş’in en sevdiği türkünün "çırpınırdı Karadeniz” olduğunu duymuştum. Yakınlarda bir gün, tesadüfen, Savaş Ay’ın “A Takımı Programında, Doğu Perinçek’le Cem Karaca’nın yan yana, gözlerini yumarak ve başlarını sallayarak, büyük bir huşu içinde, “çırpınırdı Karadeniz/bakıp Türkün bayrağına”şarkısını söylediklerini duyduğumda, çok fazla şaşırdığım söylenemez.
Dünyada ne “iyi”likler vardır, “kötülük sarayının” tuğlalarını ve harcını oluşturan.
Kurumsal sömürü
“Evlâtlık kurumu” hep kafamı kurcalamıştır. Neydi bu? Küçücük köy çocuklan neden ailelerinden kopartılıp karın tokluğuna, genellikle ömür boyu kentli ailelerin hizmetçiliğine verilirlerdi. Iç sömürgeleri hayli azalan Türkiye’nin hangi bölgelerinden getirilmekteydi bu çocuklar? Ya Dersim isyanında yetim kalan küçücük kız çocukları?
O zamanın oyunlarının kurallarını, çocukları iyice edilgen yapan bugünkü bilgisayar oyunlarının tersine, biz koyar, günümüzdeki elektronik oyunlarda olduğu gibi, sanal ve görüntüsel dünyanın içine çekilmektense, oyun nesnelerine kendi gerçek dünyamızda hayat verirdik.
İletişim YayınlarıKitabı okudu
Reklam
Behice Boran başta olmak üzere birçok aydın, Kore savaşına karşı çıkarlarmış, kurdukları Barış Derneği aracılığıyla Türk askerlerinin Kore’ye gönderilmesini eleştirirlermiş ama, onların sesini duyan kimdi o sıra? iktidarı seçimle yeni ele geçirmiş Demokrat Parti'nin (DP) körüklediği savaş isterisi, ulusal böbürlenme ve Amerikan yalakalığı ile, küçük bir azınlığın dışında herkesin gözleri kör, kulakları sağır olmuştu.
İletişim YayınlarıKitabı okudu
Ama yaralı bîr av hayvanı gibi kovalanan uzun etekli, güzel gözlü Dersimli kadının kundaktaki bebeğini büyük bir telaşla çalıların içine saklaması sahnesi, sanki o an oradaymışım, olayı doğrudan görmüşüm gibi canlıdır belleğimde. Bu görüntü kafamda o zamandan mı oluştu, yoksa daha sonraki yıllarda okuduğum, duyduğum ve gördüğüm başka şeylerle birleşerek zaman içinde yavaş yavaş mı şekillendi, şimdi bunu tam olarak çıkaramıyorum. Babamın bu katliamda subay olarak görev aldığını bilmek, beynimde, yüreğimde hep ağır bir tortu olarak kalmıştır. Onun, yanık Anadolu türkülerini dinlediği zaman, yapılanlar, belki de bizzat yaptıkları aklına gelip hüzünlenecek bir vicdana sahip olduğunu bilmek bile bu tortuyu dağıtmaya hiçbir zaman yetmedi.
Buna rağmen, düşünüyorum da, oyunlarla, hikâyelerle, anılarla, zevkle terennüm ettiğimiz asker! marşlarla, hamaset türküleriyle vb. savaş nasıl da normal, doğal, olması ve bir tarafında da bizim yer almamız gereken bir şey olarak yerleşmiş (belki de yerleştirilmiş) bir şeydi kafalarımıza.
Dünyada ne iyilikler vardır , kötülük sarayının tuğlalarini ve harcını oluşturan..
Bu çocuk ya da delikanlı kavgası o kadar önemli değil de, o sıralar kırklarını sûren babamın, sokağın ortasında tekme yumruk kavgaya girmesine (daha doğrusu adam dövmesine) ne demeli? Günün birinde mahalleye bir elektrik tesisatçısı gelmiş. Adamın görevi o yöredeki evlerin elektrik tesisatlarını kontrol edip, arızalan gidermekmiş. Ne olmuşsa, annem, adamla takışmış. Adam da, “hadi oradan, şırfıntı” demiş ona. Annem, yememiş içmemiş, işten dönen kocasına bunu hemen yetiştirmiş. Ne yazık ki, tesisatçı hâlâ işine devam etmekteymiş. Necati bey, bunu duyduğu gibi dışarı fırlamış, adamı ayağının altına alıp fena halde dövmüş. Peki, adam ne yapmış diye soracak olursanız, hiçbir şey yapmadan babamın kendisini dövmesini “seyretmiş” olmalı, çünkü arada büyük bir sınıfsal eşitsizlik vardı, ona karşı koyması mümkün değildi. Bilirsiniz, yaygın bir söylentiye göre, bir subayın düğmesini kopartmak bile cezaî bir suçtur. Belki de elektrikçi, dayak yerken, aman kazara “yarbayımın” düğmesi kopmasın diye dikkat etmiştir. Doğrusu ya, babamın diğer “kahramanlık” hikâyeleriyle göğsüm kabarsa da, annemin iftiharla anlattığı bu olayı içime hiçbir zaman sindirememişimdir. Önceleri, adama acımaktan kaynaklanmıştı bu. Ama büyüyüp, sınıfsal eşitsizlikleri algıladığım zaman, babamın böyle eşitsiz bir “kavgaya” girişmiş olmasını onun adalet duygularına yakıştıramamıştım.