Tasavvuf Açısından Manevi Değerlerimiz

İçimizdeki Dünya

Dilaver Selvi

En Beğenilen İçimizdeki Dünya Sözleri ve Alıntıları

En Beğenilen İçimizdeki Dünya sözleri ve alıntılarını, en beğenilen İçimizdeki Dünya kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
İmam Gazâlî, kalbin 'kapanıp nuru ve ilahî hakikatleri görememe sebepleri hakkında geniş açıklamalar yapmıştır. Bunların özeti şudur: “İlmin yeri kalptir. Kalp deyince bütün azaları idare eden manevî latifeyi kastediyorum. Bu kalp bir ayna gibidir. İlimler orada yansır. Fakat her ayna suret göstermez. Bunun temelde beş sebebi vardlr. Bunlar şunlardır: 1. Ayna henüz hazır ve tamam değildir, ayna yapılacak madde külçe halindedir, işlenmemiştir. Parlatılıp ayna şekli verilmemiştir. Bunun için ayna görevi yapamaz. 2. Ayna tamamdır, göstermeye hazırdır; fakat kirletilmiş ve yüzü iyice karartılmıştır. Bu durumda yine bir şey göstermez. 3. Aynanın maddesi tamam, göstermeye hazırdır; fakat gösterilecek yere ve şeye çevrilmezse yine maksat hâsıl olmaz. Mesela, gösterilecek şey, aynanın ön yüzünde olması gerekirken arka tarafına konursa bir şey gözükmez. 4. Ayna tamam ve gözükecek suret aynaya dönük olsa; fakat aralarında bir perde olsa, ayna yine bir şey göstermez. 5. Aynada yansıyacak şeyi bilmemek ve aynayı o şeye çevirmemek de neticeyi olumsuz yapar, istenen şey aynada gözükmez“ İmam Gazâli, bir başka yerde, şu durumu hatırlatır: “Rahman ve kerim olan Allah’ın nurları bütün âleme yayılmıştır; kimseden kıskanılmamıştır. Bu nurları kalplerden perdeleyen yüce Allah değil, kulların kendileridir. Kullar kalplerini bir sürü boş meşgüliyet ve günah kirleriyle doldurmuştur. Hadiste belirtildiği gibi kalpler birer kap gibidir. Bir kap su ile tamamen dolu olunca oraya hava girmez; aynı şekilde kalpler de Allah’tan gayri şeylerle dolu olunca, oraya yüce Allah’ın mârifet ve muhabbeti girmez.”'7'
Allah, Ademi kendi suretinde yarattı.(Buhari,İsti'zan 1) .. İmam Kastallani, Buhârî Şerhi ’nde bu hadisi açıklarken demiştir ki: “Hadiste insana bir şeref ve yücelik kazandırmak için böyle buyrulmuştur. Yoksa hadis, Allah Adem’i zâtıyla kendine benzer bir şekilde yarattı manasında değildir. Hadisin diğer bir manası, yüce Allah Adem’i kemal ve cemalde diğer hiçbir varlığın kendisine ortak olmayacağı bir sıfatta yarattı, demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın özel tecellilerine mazhar olduğu için varlık âleminin özü, hülasası ve meyvesi olmuştur. Yüce Allah, insanı tanıtırken “Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık; onu yarattıklarımızın birçoğundan üstün yaptık.” (İsra 17/70) buyurmuştur. Diğer bir âyette ise yerde ve gökte ne kadar varlık varsa, hepsini insanoğlunun hizmetine verildiği belirtilmekte (Câsiye 45/13) ve zâhirî ve bâtınî bütün nimetlerin insanın üzerine akıtıldığı ve önüne serildiği ifade edilmektedir. (Lokman 31/20)
Reklam
Kâinatta yaratılmış bütün varlıklar, yokluk karanlığını yaşamıştır. Eğer onların üzerine nur atılmasaydı, yani canlı-cansız her bir varlıkta ilahî zuhur ve tecelli olmasaydı hiçbiri vücut bulamaz, varlık âlemine gelemez, yokluk karanlığı içinde kalırdı. Yüce Allah, bütün varlıklara sıfatına göre değişik şekillerde tecelli etmiştir, etmektedir. Her bir varlıkta hayat nuru vardır. Hayat, ilk yaratılış demektir. Yerde, gökte ne kadar varlık varsa hepsi yüce Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve nurunun tecellisi ile var olmuş ve hayat bulmuştur. Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî’nin belirttiği gibi, yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklar, zatları itibariyle karanlıktır; hepsi nurunu Allah’tan almaktadır. Varlık âlemine gelen bütün varlıkların elde ettikleri ilim ve mârifetler de yüce Allah tarafından verilmiştir.18 Allame Alüsî, varlıkların nurla irtibatı hakkında der ki: “Bütün varlıklar yüce Allah’ın nurunun tecellisinden bir pay taşır. Hatta kesif (cansız) varlıklar bile, vücut bulmaları yönüyle bu tecellinin eseri olup onun nurundan boş değildir.19
Ancak, tarihte ve günümüzde pek çok insan, işlediği kusur ve günahlar için birtakım özürler ileri sürerek derler ki: “Biz Allah’ın iradesi dışına çıkamayız. Yaptıklarımızı Allah dilemeseydi biz yapamazdık. Her şey bir kadere bağlıdır. Biz, kaderin çizdiği yolda gidiyoruz.” Bu sözler, doğrudu; fakat onlar kulun işlediği günahlarına karşılık kendini haklı, mazur veya mecbur göstermek için ileri sürebileceği bir özür değildir. İnsan bu şekilde yalnızca kendisini avutmuş ve kandırmış olur. Bu tür düşünce ve sözler, şeytanın süslemesi, vesvesesi ve oyunudur. Mükellef insan, kendisini nura, hayra, taate, ibadete, Cennet’e ve Allah rızasına çağıran davetçiye uymuyor; fakat şeytana' kulak verip şerre koşuyor. Sonra da “Kader böyle, ben ne yapabilirim ki?” diyerek kendini geri çekip kaderi öne sürüyor. Bu halde bile yüce Rabb’i insanı bırakmıyor. Ona acıyor, yoluna ve nuruna davet ediyor, tövbesini bekliyor, affını müjdeliyor, Cennet’ini vaat ediyor. Ama isyankâr insan, davet edildiği rahmet kapısını kendi üzerine kapatıyor, ona sırtını dönüyor. Ardından, “Ben o kapıdan kovuldum, mahrum oldum, ne yapabilirim ki, elimden ne gelir?” diyor. Bu, insanın kendine zulmetmesi, âdeta canına kıymasıdır. İsyana dalıp: “Ben ne yapayım, kaderim bu!” demeyi ne iman, ne ilim, ne akıl ne de tecrübe kabul eder. İman, Allah’a teslimiyeti, sevgiyi, saygı ve itimadı istiyor.
Bize fayda verecek olan şey, aklımızı nefsimize ve hissimize değil, ilahî nura, Kur’ân’a, sünnete ve hikmete tâbi etmektir. Akıl, bize Hakk’a delil olsun diye verilmiştir. Onu batıla destek için kullanmak, nimete nankörlüktür. Büyük ârif, Şihabüddin-i Sühreverdi der ki: “Kimin aklı nefsi tarafına çevrilmiş, yani ters yöne döndürülmüş ise o kimse, aklını eşya ile meşgül edip dağıtır ve dengesini kaybedip hidâyet yolunu şaşırır. Kimin aklı istikamet üzere ise basiretle desteklenir; kâinatın yaratıcısına yol bulur. Sonra, kâinat ve kâinatı yaratanla ilgili bilinecek kısımları tam olarak elde ederek hem yaratanı hem de yaratılan kâinat ve eşyayı tanır. İşte bu akıl, doğru yolu bulacak akıldır. Bu durumda akıl, sahibini, Allah Teâlâ’nın sevdiği şeylere yönelmeye sevk eder ve Allah Teâlâ’nın kötü gördüğü işlerden de men eder. Böylece kul, devamlı Allah Teâlâ’nın sevdiği şeylere tâbi olur ve onun gazabına sebep olacak şeylerden sakınır. Akıl, dosdoğru olup basiretle desteklenince sahibini hidâyet yoluna sevk eder ve batıl yoluna set çeker.”224/ 224 Sühreverdî, Avarifü’l-Meârif-Gerçek Tasavvuf, s. 591.
Allame Beydâvî, “Kâfirlere gelince, onların dostları tağutlardır (haktan saptıran insan ve cin şeytanlardır). Bu tağutlar onları, nurdan zulmetlere çıkarırlar.” (Bakara 2/257) âyetinin tefsirinde, âyette bahsedilen nurun, yaratılış fıtratıyla kendilerine ihsan edilen nur olduğunu, tağutlarır'ı onları bu nurdan çıkarıp inkâr karanlığına, bu nurla verilen iman istidadını bozmaya ve şehvetlerine dalmaya sevk ettiklerini belirtmiştir?0 Üstad Bediuzzaman, imanla kazanılan şerefi ve inkârla düşülen felaketi açıklarken mana olarak şöyle der: “İnsan, iman nuru ile âlây-ı illiyyine (en yüksek dereceye ve ilahî yakınlığa) çıkar, Cennet’e layık bir kıymet kazanır. İnsan, küfrün zulmeti ile esfel-i sâfiline (hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye) düşer; Cehennem’e ehil olacak bir vaziyet alır. İman, insanı yüce yaratıcısına bağlar; ona ait yapar. İman bir intisaptır, Hak ile olmaktır. Hak ile olan kimse, bütün şerefi ondan alır; varlıklar içinde en şerefli olur. İnkâr ise bu nisbeti ve bağı keser. Kalp, Hak’tan kopar. Bu haliyle ona ait hiçbir sanatı göremez, okuyamaz, anlayamaz olur. İnsan eti kemiği ile kalır. Kıymeti yalnız maddî yönüyle olur. Madde ise fanidir, geçicidir, kısa sürelidir. Hayvanlara ait bir hayat şeklidir. Kıymeti hiç hükmündedir.”31
Reklam
35 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.