Güzellik, çok muhterem beyefendi, algılanan nesnenin bir niteliğinden çok onu algılayanda uyanan bir etkidir. Uzağı daha iyi ya da daha kötü görüyor olsaydık veya daha farklı bir yapımız olsaydı, şu an güzel olduğunu düşündüğümüz şeyler çirkin, çirkin olduğunu düşündüğümüz şeyler de güzel görünürdü. Mikroskoptan bakıldığında en güzel el bile iğrenç görünür. Bazı şeyler belli bir mesafeden bakınca güzel, yakınına gelindiğinde ise çirkin görünür.
Yazma konusunda en hevesli ve gözüpek olanların genellikle cahiller olduğunu düşünerek gülümsedim. Bana öyle geliyor ki, bu .... (123) yeteneklerini, her zaman önce en kötü mallarını elden çıkaran satıcılar gibi satılığa çıkarıyorlar. Şeytanın düzenbaz olduğunu söylüyorlar ama bana göre bu gibi kişiler açıkgözlülükleriyle şeytanı bile gölgede bırakıyorlar.
(123) Metindeki bu boşluk için. Akkerman "profesörler" ya da "kitapçılar" önerisinde bulunmuştur, fakat Rovere burada aşağılayıcı bir ifadenin gizlenmiş olabileceğini de hatırlatır.
Şuna kuşku yok ki, ceza alacağı korkusuyla suç işlemekten kendini alıkoyan bir kişinin, ki sizin böyle olmadığınızı umuyorum, sevgiyle hareket etmesi ve erdemi benimsemesi kesinlikle imkansızdır.
Dahası, şu da muhtemel görünüyor ki, Tanrı kendi Kelamını peygamberlere vahyetmişse, bunu onların hataya düşmeyeceği şekilde yapmıştır. Çünkü Tanrı Kelamını vahyederken belli bir amaç gütmüş olmalıdır; gelgelelim, amacı insanları bu yolla hataya düşürmek olamaz; kaldı ki bu, Tanrı'da bir çelişki olduğu anlamına gelirdi. Aynı şekilde, insan da Tanrı'nın iradesine karşı hareket etmiş olamaz, çünkü bu size göre imkansızdır. Bütün bunlar şöyle dursun, en üstün yetkinliğe sahip olan Tanrı'nın, insanlara iletsinler diye peygamberlere vahyettiği bu Kelamın peygamberler tarafından kendi istediğinden başka bir anlama sokulmasına izin verdiği düşünülemez. Zira Tanrı'nın kendi Kelamını peygamberlere vahyettiğini söylerken, onlara olağanüstü bir biçimde göründüğünü veya onlarla böyle konuştuğunu kabul etmiş oluyoruz. Hem peygamberler kendilerine nakledilen bu Kelamdan hareketle bir mesel oluşturmuşlarsa, yani Kelama Tanrı'nın vermelerini istemediği bir anlam vermişlerse bile, bunu onlara Tanrı söylediği için böyle yapmışlardır. Keza, peygamberlerin Kelama Tanrı'nın istediğinden farklı bir anlam vermiş olması, Tanrı nezdinde de bir çelişki olduğu kadar, peygamberler nezdinde de imkansızdır.
Görünüşe bakılırsa, siz bunu kötülük olarak değil, daha az iyi olarak adlandırıyorsunuz. Çünkü, kendinde ele alınan şeyler yetkinlik içerir. Dahası, sizin de belirttiğiniz gibi, şeyler Tanrı'nın anlama yetisinin ve gücünün onlara atfettiği ve gerçekten verdiğinden daha fazla öze sahip değildirler. Bu yüzden de, eylemlerinde, aldıkları özden daha fazla bir varoluş sergileyemezler. Şayet aldığım özden eksik ya da fazla değil, tam da bu öz oranında eyleyebiliyorsam, daha yetkin bir halden mahrum kaldığım tahayyül edilemez. Şayet hiçbir şey Tanrı'nın iradesi hilafına meydana gelmiyorsa ve meydana gelen şey de ancak kendisine verilen öz oranında meydana geliyorsa, daha iyi bir durumdan mahrumiyet olarak tanımladığınız kötülük nasıl kavranabilir? Bir insan, bu şekilde bağlı ve belirlenmiş bir amel ile nasıl olup da daha yetkin bir hali yitirebilir? Buradan hareketle, bana görünen o ki, şu iki seçenekten birinde karar kılmanız gerekmekte: Ya kötülük diye bir şey vardır ya da, şayet kötülük diye bir şey yoksa, daha iyi bir halden mahrumiyet diye bir şey de olamaz. Zira aynı anda hem kötülük diye bir şeyin olmaması, hem de daha iyi bir halden mahrumiyet diye bir şeyin olması bana çelişkili görünüyor.
... Dahası, Adem'in iradesinin Tanrı'nın yasasına ters düştüğünü ve Tanrı'yı kızdırmasından ötürü kötü olduğunu da söyleyemeyiz. Çünkü bir şeyin Tanrı'nın iradesi hilafına gerçekleştiğini, Tanrı'nın sahip olamayacağı bir şeyi istediğini ya da doğasının, tıpkı yarattığı mahluklarınki gibi bazı şeylere sempati, başka bazılarına ise antipati duyacak şekilde belirlenmiş olduğunu söylemek, Tanrı'nın kendisine büyük bir yetkinsizlik atfetmek bir yana, Tanrı'nın iradesinin doğasıyla da büsbütün çelişir. Zira Tanrı'nın iradesi onun anlama yetisinden farklı bir şey olmadığından, onun iradesine olduğu gibi, anlama yetisine de ters düşecek herhangi bir şeyin gerçekleşmesi olanaksızdır. Yani onun iradesine aykırı düşecek şekilde gerçekleşecek her şey, anlama yetisine de aykırı düşecek bir doğaya sahip olmak durumundadır; tıpkı kare şeklindeki bir çember gibi. Demek ki, Adem'in iradesi veya kararı, kendinde ele alındığında, ne kötü ne de aslında Tanrı'nın iradesine aykırıdır. Buradan çıkan sonuçsa, söz konusu iradenin veya kararın nedeninin Tanrı olabileceğidir -daha doğrusu, sizin de dikkat sarf ettiğiniz akıl yürütmeye göre söylersek, böyle olması gerektiğidir-, fakat [bu irade ya da kararın] kötü olması ölçüsünde değil; zira ondaki tek kötülük, Adem'in bu ameli yüzünden yitirmek zorunda olduğu daha yetkin bir duruma ulaşmaktan mahrum kalmasıdır.
Kendi hesabıma, gücüm dahilinde olmayan bütün şeyler arasında en değer verdiğim şey, hakikati içtenlikle seven kişiler arasında kurulan dostluk bağıdır. Zira inancım odur ki, şu koca dünyada kurulacak hiçbir bağ insana böyle bir sevgi bağı kadar huzur veremez. Bu gibi kişilerin birbirine duyduğu sevgi, her birinin hakikatin bilgisine duyduğu sevgide temellendiğinden, hakikatin bir kez algılandıktan sonraki ikrarı kadar sarsılmazdır. Dahası, gücümüzü aşan şeyler arasında rastlanabilecek en büyük mutluluk kaynağıdır böyle dostluklar, çünkü farklı fikir ve mizaçları sıkı bir bağla birleştirme konusunda hiçbir şey hakikat kadar güçlü olamaz.
... Meseleyi daha açık kılmak için, şu örneği ele alalım. Kişi süreyi böyle soyutlanmış şekilde kavradığı ve onu Zamanla karıştırarak parçalara bölmeye başladığı takdirde, sözgelimi bir saatin nasıl geçtiğini asla anlayamaz. Zira bir saatin geçmesi için önce yarım saatin, ardından bir çeyreğin, onun ardından da kalan çeyreğin yarısının geçmesi gerekir; ve kalanın yarısı da sonsuza dek bu şekilde düşmeye devam edecek olursa, saatin sonuna asla ulaşamayız. İşte bu yüzden, akıl varlıklarını gerçek şeylerden ayırmaya alışkın olmayan çoğu kişi, Sürenin anlardan meydana geldiğini savunmaya yeltenmiş ve böylece Kharybdis'ten kaçayım derken Skylla'nın pençesine düşmüştür. Zira Sürenin anlardan oluştuğunu söylemek, Sayının sadece sıfırların birbirine eklenmesinden oluştuğunu söylemekten farksızdır.
"Tanımlar bir kanıtlamada öncül olarak kullanılır. Bu nedenle, açıkça bilinmeleri gerekir; aksi takdirde, onlardan bilimsel veya mutlak kesinlik taşıyan bilgiye ulaşılamaz."