Böylece, hem laik hemde mistik olan kent soyluları; geleceğin iki büyük düşünce akımında oynayacaklar rol için tam anlamıyla hazırdılar. Laik düşüncenin ürünü olan Rönesans ve dinsel gizemciliğin yöneldiği reform.
Kuşkusuz, hükümdarın kuramsal olarak tüm güce sahip olduğu halde, gerçekte bağımsız olan temsilcilerinin kendisine bağlılığına dayandığı bir devletten daha güçsüz bir şey yoktur.
Batı Avrupa'nın dokuzuncu yüzyıl boyunca gelişerek dönüştüğü tarıma dayalı uygarlıkta kentlerin var olup olmadıkları ilgi çekici bir sorudur. Bu soruya verilecek yanıt, "kent" sözcüğüne verilen anlama bağlıdır. Bu sözcükle, halkının geçimini toprağı ekip biçmekle değil, ticaretle sağladığı bir yer anlatılmak isteniyorsa, yanıt "hayır" olacaktır. "Kent" sözcüğünden, hukuksal bir varlığı ve kendine özgü yasa ve kurumları olan bir toplumu anlıyorsak, sorunun yanıtı gene olumsuz olacaktır. Öte yandan, bir kenti, bir yönetim merkezi ve bir kale olarak düşünüyorsak, Karolenj döneminde, bu dönemi izleyen yıllarda olduğunca çok sayıda kent bulunduğu açıktır. Bu, o zamanki kentlerin orta ve yeni çağlardaki kentlerin belli başlı iki özelliği olan, orta sınıf halk ile toplumsal örgütten yoksun olduklarını söylemenin bir başka yoludur.
Kar tutkusu tüm davranışlarını yönetiyordu; kimilerinin ancak Rönesans'ta başladığına inanmamızı istedikleri o ünlü "kapitalist ruhu" (spiritus capitalisticus), onda kolayca görülebilmektedir.
..."kentsoylu" (burjuva, burgenses). Bu sözcüğün bilinen ilk kullanılışı, Fransa' da, 1007 yılında olmuştur. Daha sonra, 1056'da, St. Omer'de yeniden ortaya çıkmaktadır;..."burjuva" sözcüğünü alanlar, daha büyük bir olasılıkla kendilerini nitelemek için bu sözcüğü yaratanlar, "yeni kale-kentte", başka bir deyişle, "tüccar kale-kenti"nde oturanlar olmuştur. Bu sözcüğün, "eski kale-kent"te yaşayanları belirtmek için hiçbir zaman kullanılmadığını görmek ilginçtir. Bunlar, castellani ya da castrenses diye biliniyorlardı. Bu da, kent halkının kökenlerinin ilk kalelerin eski halkı arasında değil, ticaretin buralara getirdiği ve onbirinci yüzyılda onları özümlemeye başlayan göçmen halk arasında aranması gerektiğinin bir başka ve özellikle önemli kanıtıdır.
Yeni çağda olduğu gibi, orta çağda da demokrasi, kendi programlarını halkın karışık beklentilerine dayandıran bir avuç seçkin kişinin yolgöstericiliğinde ortaya çıkmıştır.
Kar tutkusu tüm davranışlarını yönetiyordu; kimilerinin ancak Rönesans'ta başladığına inanmamızı istedikleri o ünlü "kapitalist ruhu" (spiritus capitalisticus), onda kolayca görülebilmektedir.