“O sırada Hildegarde otuz beş yaşındaydı ve on dört yaşında Roscoe adında bir de oğlu vardı. Evliliklerinin ilk günlerinde Benjamin ona tapıyordu. Ama yıllar geçtikçe kızın bal rengi saçları heyecan vermeyen bir kahverengiye dönmüş, gözlerindeki pırıltılı mavinin yerini tatsız bir metalik donukluk almıştı. İlk zamanlarda Benjamin’i danslara ve akşam yemeklerine sürüklerdi ama şimdi işler tersine dönmüştü. Onunla birlikte toplum içine çıkıyordu ama coşkulu değildi, günün birinde her birimizin üstüne çöken ve sonuna kadar da bizimle kalan ebedi uyuşukluk çoktan yutmuştu onu.”
Aslında hiçbirimiz yabancı değiliz Benjamin’e, yalnızca filmden değil; hayattan. Sizin de bir anda çok sevdiğiniz şeylere nefret beslemeye başladığınız, hayran olduklarınızdan sıkıldığınız yahut kendinize yabancılaştığınız oluyordur, olmuyor mu?
Fitzgerald doğum-çocukluk-ergenlik-yetişkinlik-yaşlılık döngüsünün olağanlığını kırıp karşımıza bir mucize çıkarıyor; Benjamin!
Benjamin hayatı tersten keşfediyor, ölümün tadına kundaktayken varıyor. Aşık olduğu karısına tiksintiyle bakıyor, çok sevdiği oğlu onun yüzünü dahi görmek istemiyor. Zaman ve kişiler farklı ancak duygu aynı; tiksinti! Doğduğunda babasının ona hissettiği ve aşmak için senelerini verdiği o duygu…