Mekanın, bir yere yerleşmenin, kentleşmenin uygarlığın önkoşulu sayıldığı bir anlayış zaten en baştan göçebe toplulukları ve Türkmenleri tarihdışı, mekandışı, kültürdışı... sayar.
Çünkü sorun yeni kaynaklara dayalı olgular bulmak degil, mevcut olguları yeni bir dünya görüşüne göre yorumlama ve temellendirme sorunudur. Elbet bu keyfi bir şey olamaz. "Kurumsal Tarih"e var olan tarihleri kurumsallaştırmakla iştigale devam eden tarihçiler de, ancak bu kurumlarda "dünya işleri yolunda gidenler" itibar edilebilirler.
Yurt bir meknasızlığı gösteriyordu onlara: yersizyurtsuz bir yurt. Gerekli sayıldığında ordan her yöne göçülen, sığılabilecek, yaşanabilecek bir yer. Üzerinde yaşam düzeni ya da il kurulan toprak.
İsyan belki de topluluğun iradesini yöneticiler kurumunun mülkiyetine katma hareketine verilen bilinçli, zorunlu bir yanıttır. Bu yüzden töreyi topluluğun önemli bir kurumu/kurumlaşması edimi olarak okuyabilme olanağı doğar.
Deli Dumrul anlatısının iletisi, İslam'ı bilmediği için gülünç ve acıklı bir duruma düşen, zorla haraç alan bir kişiyle ilgili gösterilse de Dumrul yufka yüreklidir.
Fakat 19. Yüzyıldan itibaren"halk" diye andığımız Oğuz topluluklarının yaşamlarında siyaset olarak muhaliflik, dinsel olarak "İslam Cilası" denilen aslında Şii bir görüntü altında yaşanılan değişik yorumlarıyla Göktanrıcılıktır.
Tanrı, insanları koruyacak ruhları dağa, taşa, ağaca, ırmağa, çadırın kapısına, garip bir yolcuya, bir düşküne, ak saçlı birine verendi. Hızır'ı darda kalan canlılara yardım için yaratmıştı o.