Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

İslam Filozoflarının Varlık Tasavvuru

Varlık Nedir?

Ömer Türker

En Eski Varlık Nedir? Sözleri ve Alıntıları

En Eski Varlık Nedir? sözleri ve alıntılarını, en eski Varlık Nedir? kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Vehim ve varlık
Filozoflar bu soruya soyutlanma teorisini haklı çıkaracak bir cevap verir: İnsan nefsi, maddî ilgilerden yeterince soyutlanmadığında beyindebulunan maddî bir güç olan vehmin tesirinden kurtulamaz. Vehim diğer maddî güçlerden farklı olarak yargı oluşturan bir güçtür. Bu sebeple de, duyuların sağladığı verilerin tahlil ve terkibiyle meydana gelen anlamların sadece cisimler dünyasıyla sınırlı olduğuna hükmeder. Dahası, verdiği bu yargılarla nefsi etkileyerek aynı yargının nefs tarafından verilmesine de sebep olur. Mesela vehim, var olan her şeyin cisim olduğuna hükmederek varlık kavramını cisimler dünyasıyla sınırlar. Şayet nefs, bu yargının tesirinde kalırsa var olanların cisimlerden ibaret olduğu yargısına varır.
Sayfa 26 - Ketebe
- [ ] “... Buna göre insan nefsi (ruh) her ne kadar manevî bir cevher olsa da maddî bir cevher olan bedene ve bedenin güçlerine muhtaçtır. Nefs, manevi bir cevher olduğundan duyulur nesneleri ve onların duyularla idrak edilen hallerini kendi başına kavrayamaz. Dolayısıyla görülenleri görmek için göze, sesleri duymak için kulağa, dokunulurları kavramak için dokunma duyusuna vs. muhtaçtır. Evet, bütün bu algılama süreçlerinde idrak eden nefstir ama göz olmaksızın nefsin görmesi mümkün değildir. Fakat nefs duyuların yardımıyla duyulur nesnelerin hakikatini kavradıkça o nesnelerin maddî varlıklarında da bağımsızlaşır. Bu bağlamda filozof, bilerek ve hakikat bilgisine uygun eylemler yaparak maddî kayıtlardan bağımsızlaşır. Yani onun nefsi, bedene bağımlılıktan kurtulur ve soyut bir akıl hâline gelir. Olabilecek en yüksek seviyede soyutluk, metafizik bilgiye ulaşıldığında gerçekleşir. Metafizik bilgiye ulaşmak ise esas itibariyle “bir şey vardır” önermesinin, hiçbir kuşku barındırmayacak ve aksi alınması imkânsız olacak şekilde kavranmasıdır. Bu öylesine önemli bir ilkedir ki, ...İbn Sina, metafiziğe ulaşıncaya kadar bütün bilimlerin yaptığı araştırmaların, şartlı öncüller verdiğini, metafiziğe ulaşıldığında varlığın temellendiğini söyler. Mesela geometricinin üçgen hakkında kurduğu “üçgenin iç açılarının toplamı yüz seksen derecedir” önermesi, gerçekte “üçgen var ise öyledir” şeklindedir. Metafiziğe ulaşılıp da “şey vardır” önermesinin kesinliği, aksine alınması imkânsız olacak şekilde idrak edildiğinde fizik ve matematik bilimlerin önermelerindeki şart ortadan kalkar.” s.22-23
Reklam
“... hakikatte soyutlama teorisi oldukça farklı bir iddiayı barındırır. Bu teorinin nirengi noktası, metafiziğe ulaşıldığında elde edilebileceği iddia edilen “zihin şeffaflığını” bir sonuç olarak değil, bir başlangıç durumu hem de bir süreç olarak temellük etmektir. Zira Meşşâî filozoflar, insandaki ilk bilgilerin bilinçli düşünmeyi önceleyen bir düşünme aşamasında kavrandığı kanaatindedir. Buna göre insan ruhu (nefs) varlık kazandığında tamamıyla kuvve hâlindedir. İdrak güçleri işlevlerini yerine getirir. Göz görür, kulak işitir, ten dokunur, dil tadar, burun koklar, hiss-i müşterek duyuları birleştirir, hayal bölme ve parçalama yoluyla parçaları dışta bulunan ama bütün hâliyle dışta bulunmayan sûretler üretir, vehim madde içindeki anlamı kavrar, nihayet ruh anlamı yalın hâliyle yani tam bir soyutlukla kavramak için hazırlanır. Bu hazırlık doğrultusunda ruhun kaynağı olan Faal Akıl’dan feyiz gelir. Burada kilit nokta, gelen feyzin belirli bir anlamın veya önermenin bilgisi olmayıp tamamıyla ruhun hazırlığıyla belirginleşen mutlak bir feyiz olmasıdır. Çünkü Faal Akıl bütün yönleriyle bilfiil olduğundan onda herhangi bir nesnenin kavramı veya varlık durumlara ilişkin önerme bulunmaz. Bu sebeple ondan genel bir feyiz gelir ve gelen feyiz, geldiği şeyin hazırlığına bağlı olarak belirginleşir. Yani bir bitkiye, hayvana veya insana gelen feyiz aynı iken bu nesnelerin hazırlığına yani mizacına bağlı olarak özelleşir. Bu durum, tamamıyla insanın bilgilenme süreci için de geçerlidir. İnsan hangi durumda ve ne hususta hazırlanmışsa gelen feyiz onun bilgisine dönüşür” s. 24-25
“ Kişinin nefsini cismani âlemin ilgi ve kayıtlarından arındırıp soyutlamasının iki temel yolu vardır. Birincisi, felsefi bilimleri ya İbn Sînâ’nın tercih ettiği gibi mantık-fizik-matematik-metafizik sıralamasıyla ya da Kindî ve Fârâbî’nin tercih ettiği gibi matematik-mantık-fizik-metafizik sıralamasıyla tahsil edip cisimsellikten soyutlanmasıdır. İkincisi ise metafizik bilgiyi halkın idrakine sunma kabiliyeti ve melekesine sahip bir peygambere ittiba edip doğru bilgi ve uygun davranışla donanmasıdır. İkinci şık, filozoflara göre felsefi bilimlerin sağladığı seviyede bir soyutluk vermez ama aklı, maddî dünyanın sınırlılığından kurtarır ve aklî veya ilahî aleme yönelmeye sevk eder.” s. 26-27
“Felsefî mirasın, özellikle vahdet-i vücûd öğretisi söz konusu olduğunda, tasavvufu etkilediğini söyler ve tasavvuf-felsefe ilişkisini bir etki-edilgi ilişkisi olarak değerlendirirsek vahdet-i vücûd ile felsefe geleneği arasındaki ilişkinin niteliğini gözden kaçırmış oluruz. Zira İbnü’l-Arabî felsefe veya kelamdan etkilenmiş olmaktan ziyade her iki geleneği de tevarüs etmiştir. Vahdet-i vücûd, sudûrcu metafiziği son aşamaya ulaştıran, İbn Sînâ’nın mahiyetlerine yurt bulan, Mutezile’nin mümkün madûmlarını sağduyu için kabul edilebilir hâle getiren ve Eşarîlerin kesb teorisinin ontik zeminini oluşturan bir teori olarak görüldüğünde hakkıyla kavranabilir.” s. 178
77 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.