Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

TÖS-İmece-abece yazıları

Yanar Bir Işık

Fakir Baykurt

Yanar Bir Işık Gönderileri

Yanar Bir Işık kitaplarını, Yanar Bir Işık sözleri ve alıntılarını, Yanar Bir Işık yazarlarını, Yanar Bir Işık yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Semiha, kimi zaman cezaevi kapılarına kadar geliyor bekliyor bekliyor, görüş izni çıkmıyor. Küçük bir kâğıda yazıyor: “Sevgili Nazım; Sana tütün, tesbih ve şekerleme yolluyorum…” Nazım içerden pusula ile karşılık veriyor: “Tütünü, tesbihi, şekerleri aldık…” abece, Sayı 9, Aralık 1986
Sayfa 269
Mustafa Kemal, bize bunun tutanaklarını ve anahtarlarını da vermektedir. "Halkı emperyalizmin ve kapitalizmin zorbalığından ve zulmünden kurtarma yolunda” O'nun en örnek alınacak yanı, tam bağımsızlıkçılığıyla, devrimciliği ve bilimciliğidir. O'nun devrimciliği, hayatı eskimiş kurumlardan arıtıp yeni kurumlarına erdirme, hayatı değiştirme tavrı olarak özetlenebilirse, bilimciliği daha bir anlamlıdır. O, "Hayatta en gerçek yol gösterici" olarak bilimi koymuştur. TÖS Gazetesi, sayı 66 15 Kasım 1970
Sayfa 111
Reklam
Toplum için önemli hizmetlerde bulunan insanları hep tepelerde aramak eski, hasta bir anlayış. Topluma hizmet verenler eteklerde, düzlerde de olabilir. İşte Bayar Hoca bunlardan biri. Eşeklerle köylere kitap taşıyan Ürgüplü Mustafa Güzelgöz de bunlardan… Eğitmenler ki, değer bilmezler onları eğitimci yerine bile koymadı, ama Dünya Eğitbilim Ansiklopedisi’ne onlarla geçebildik. Sıradan bir eğitmenin de yaşamöyküsü önemlidir. Bunlar yetişmekte olan kuşaklara yararlı örnek olur. abece, Sayı 85, Eylül 1993
Sayfa 338
Bu yazıyı "Alman eğitim yönetiminde ne insancıl tutumlar var! Müfettişler öğretmenlere nasıl nazik davranıyorlar!" diye yazmıyorum. Savaştan sonra Almanların bir kesimi, önlerinde bir kuş ölse ağlar, televizyonlarında başka ülkelerdeki açlığı, yoksulluğu anlatan bir film görürse inler, karıncayı incitmez, çalışanların haklarını da az çok sayan insanlar oldular. Bunu demek için de yazmıyorum. Bu küçük yazıyı belki hiçbir Alman okumayacak, iyi biliyorum bunu. Öyleyse niçin yazıyorum? Bakıp, okuyup imrensinler diye bizim öğretmenler için mi? Doğrusu asıl amacım bu da değil. Yukarıda, öğretmenleri kara kışın ortasında oradan oraya savuran yönetimden, yöneticilerden söz ettim. Onlar okusunlar diye yazıyorum. Onlar, hele sendika, dernek gibi sözleri ağzına almayan öğretmenlerin yazı yazmasını, dergi çıkarmasını bile yasaklayan o büyük, çok büyükler okusun diye yazıyorum. Ama iyi biliyorum, onlar da, üstelik okur yazar oldukları halde, okumazlar. Sanırım gene de benim çilekeş meslekdaşlarım, öğretmenler, öğretmenlerimiz okuyacaklar, eski bir alışkanlığa uyarak yazdığım bu küçük yazıyı. abece, Sayı 21 aralık 1987
Sayfa 280
Sabahattin Ali; Pir Sultan Abdal, Garcia Lorca, Nazım Hikmet gibi büyük sanatçılardandı. Kahraman ve kurban olmasa da, olmadan da büyüktü. Onun yaşamında ve yapıtlarında büyük sanatçılığın bütün belirtileri vardır. Biliyoruz, büyük sanatçıların yaşamları da büyüktür. Onlar acıyı da, sevinci de büyük boyutlarda yaşarlar. Yapıtları, sadece içerik, biçim ve estetik yönlerinden değil, sanatın işlevi yönünden de bambaşka özellikler taşır. Bundan ötürü kitleleri çok yakından ilgilendirirler. Bu ilgi de giderek onları etkiler, sarsar, onlara bilinç verir, bunalımlardan çıkış yönlerini, yollarını sezdirir, eyleme dönüşecek maddi gücü aşılar. Büyük sanatçılar bu işlevi, bunalım içindeki halkların yaşamına karışarak, onlarla birlikte soluk alıp vererek, acıyı sevinci onlarla paylaşarak, dayatılan haksız koşullara direnerek, diretmekle yetinmeyip, gerektiğinde savaşarak; savaşım içinde oluşturdukları yapıtlarda halkın dilini, duygularını, düşüncesini sevgiyle, saygıyla kullanarak sağlayabilirler. Böylece yeni tipler, karakterler, yazma yenilikleri ortaya koyarlar. abece, Sayı 12 Mart 1987
Sayfa 271
Şimdi kendi çocuklarına yabancı dilli kolej, yüksekokul. Hatta Avrupa, Amerika bulan yöneticiler, köydeki bebelerin ilkokuldan sonra gidecekleri okulları hesap dışı etmişler. İmece, Sayı 68 Aralık 1966
Sayfa 204
Reklam
Evinde ‘Kaplumbağalar’ romanı bulunmuş. Sıkıştırmışlar genci. Senin verdiğini söylemiş. Bunun üzerine onun gibi seni de tutuklamışlar. Bilmiyorum nerelerde sorgulara çekildin, neler sordular? Ekim’den Nisan’a kadar tutulmuşsun içerde. Sonra bırakmışlar. Ama daha çilen bitmemiş ki, işine dönmemişsin. Öğrencilerinin dersleri boş geçiyormuş… Seni neden tutukladıklarını düşünüyorum. Tutuklamana gerekçe, bir liseli gence benim romanı vermen olduğuna göre, kitap vermek suç demek! Oysa ‘Kaplumbağalar’ yasak değil. Bunun için mahkeme kararı yok. Öteki kitaplarım için de yok. Kimi zaman kanım donuyor, baştakilerden kimse bundan utanç duymuyor! Genç bir öğretmen, liseli bir gence, Türkiye’nin köylü yaşamını dile getiren, yıllar önce yazılmış bir romanı verdi diye tutuklanıyor! Okuyanı da, vereni de tutukluyor! Kimi zaman vur dersin, öldürür kimi görevliler, Yaptıkları suçtur. Ama kimse onların yakasına yapışmaz. Sana karşı bu suçu işleyenlerin yakasına da yapışılmıyor. abece, Sayı 3, Haziran 1986
Sayfa 262
Oturan köylülerime kafamdaki romandan söz açtım. Kurduğum bölümleri anlattım. Başkentin bozkır köylerini, onların susuz kalmış otlarını, hayvanlarını; halka sırtını dönmüş yönetimle çilesiz uzayıp giden insanlarını, kimi zaman sesimi yükselterek, kimi zaman ayağa kalkıp benzetmeler yaparak anlattım. Etkilendiklerini görüyordum. Ellerini çenelerinden çekmişlerdi. Yüzüme ışıyan gözlerle bakıyorlardı. Ben bitirince komşumuz Haçça Akdoğan birden ayağa kalktı. Uyanık, açıkgöz bir anaydı. İki kızını Köy Enstitüsü’nde okutup öğretmen çıkartmıştı. Öteki komşularıma kıyasla görmüş geçirmiş bir hali vardı: “İstemeyenlerin ağızlarına tüküreyim! Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla, bir lokma kuru ekmeğe mi? Topal eşeğime yükler, iki çuval bulguru ben iletirim senin çocuklarına. Yaz halam!...” Uykusu kaçmış köylülerim, “Yaz halam yaz!” Yaz dayım yaz!... Pazara kadar değil, mezara kadar… Yaz! diyerek dağıldılar. Oturup yazdım: Kaplumbağalar odur. Onlarındır. Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okur-yazarlarımız, yumrukçu, ya da neme gerekçi aydınlarımız okuyacaklar. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanıma, o akşam anamın geniş odasında, çulun üstüne bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi de karanlık olan köylülerimin okumalarını, severlerse beni onların sevmelerini, ıslıklarsa onların ıslıklamalarını isterdim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirirdi. Eh… Belki bir gün o da olur. Gün doğmadan neler doğar! İmece, Sayı 68 Aralık 1966
Sayfa 204
Ankara'nın Ulus Sineması'nda, filmden sonra perdenin önüne çıktığım zaman, alkış ıslık birbirine karıştı. "Yaşaa! Varool! Kahroool! Yuuuuuuh!" Birkaç saniye sonra, kıran kırana bir döğüş başladı salonda. Başkentli seyirciler kravat kravata geldiler. Hınçla, istekle döğüşüyorlardı. İkisi sahneye fırladı, ışıkları tekmeliyordu. Mürekkep, gazoz şişeleri üstüme geliyordu. Gerçeği böyle tekmeyle, yumrukla örteceklerini sanıyorlardı. Üstünden zaman geçti şimdi: Onları hiç kıpırdamadan seyrettim. Getirdiğim hikâyenin kendilerine batan yerleri vardı. Oysa ki hikâyem büyük gerçeğin küçücük bir kesitiydi. Bizim yurdumuz, hem de insanımız, mürekkep yalamışlarının ters tepkileriyle hâlâ Ortaçağ'ın çukurları içindedir. Başkalarını yeni amaçlara alıp götüren sağduyu hoşgörü; bizimkilerin kabuğuna işlemiyor. "Cahallıklarından, kapkara cahallıklarından" elbet! Okuryazarlıkları olduğu halde okumadıklarından. Sanattan, kültürden gıda almadıklarından. Aldıklarını eritemediklerinden. İnandıklarına aykırı düşen inançlara hiç dayancaları yok. Onun için böyle yırtınıp duruyorlar. Onun için perdedeki gölgelere şişe atıyorlar.... İmece, Sayı 68 Aralık 1966
Sayfa 204