An, kendi ışığıyla düştüğü yerde, tam kendisi olarak gerçekleşir. Büyük bir dalganın, kumsalda her şeyin üstünü örtüp geri çekilmesi gibi geride yepyeni, öncekine hiç benzemeyen, el değmemiş bir yüzey bırakıp çekilip gider. O yeni, henüz hiçbir el ve ayağın değmediği kumsalın yüzeyi, başka bir dalgaya -bir anlık başka bir ışık çakımına- dek öylece, gözünü dünyaya ilk açmış bir çocuk bakışı denli saf, lekesiz kalır. Bir an. Artık çok şey görmüş, çok şey görmüş olduğu için de o sonsuz saflığı algılama yeteneğinden yoksun bulunan gözlerimiz, en kısa süreli çakışların gerçekler içindeki en yalın gerçeğini bir yanılsama olarak değerlendirir.
Havasız bir yerde, çok bekletilmiş bir sandık portakaldan her birinin ötekini çürütmesi gibi, kent, benim de yanımda yöremde küf rengi, yumuşak lekeler bırakıyordu. Giderek acılaşıyordum.
Düşler kurmayı unutmuş bir insanlığın küçük, görünmez bir hücresiydim. Düşünden boşaltılmış insanlara umut şarkıları söyletiyorlar. Düşünden boşaltılmış yüreklerin çağırdığı her umut türküsü, kırık plaklarda tökezleyerek, cızırtılarla yansıyor. Hıçkırıkları çok andıran bir tınıyla yankılanıyor her yanda. Bir kaçış ve kendini aldatış oyununun milyonlarca güldürü maskesi altında, ağızların kımıldadığına, gözlerin baktığına nasıl inanabilirsiniz? O kalın maskelerin altında bir düşler dünyasının da varlığına nasıl inanabilirsiniz? Düş yoksa, umuttan nasıl söz açabilirsiniz?