İnsan Nedir Şimdi Bildim.

Son günlerde zaman kavramı üzerine uzun uzun düşünüyorum. "O zaman neredeydik, şimdi neredeyiz..." "Bilseydik, bu kadar umarsız davranmazdık..." "Ne kadar mesut günlermiş meğer." gibi cümleler kuruyoruz... Zamanı adeta Rimbaud'nun altınları gibi yüklenmiş gidiyoruz. Rimbaud şiirden vazgeçtiğinde, para kazanmak, altın biriktirmek için uzaklara, çok uzaklara gittiğinde o tutkulu kelimeleri, kilitlerinin içinde kırılmış anahtarlar gibi hapsedivermişti... Bunu yaparken, belki de, o kilitleri açacak yeni şiirler icad etmek için uzun zamanlar umuyordu... Oysa kuşağına bağladığı, hatta sakladığı altınlarla çok uzun bir yolculuk yaptığı için ayağı kangren olmuş ve kesilerek kurtarılmaya çalışılsa da aynı hastahanede vefat etmişti. Rimbaud'nun altınları bana hep, kurtulamadığımız yüklerimizi, ufka bakmaktan gözümüzün önünü göremeyecek hale geldiğimiz, şuur nöbetlerimizi hatırlatır... Evet insan sınır tanımaz beklentilerinin, içindeki ağır yüklerin iflah olmaz kölesidir... Zamansa bize hep şunu öğütlüyor; anahtarı çevir ve nefes aldığın anın kıymetini bil.
Daha evvel kimsenin düşünmediğini, hissetmediğini zannettiğiniz şeyden, dostunuz günlük bir hadiseymiş gibi bahsettiğinde, büyülenirsiniz. Sizde ender rastladığınız şeye, birinde daha denk gelmiş olmanın tarifsiz bir güzelliği vardır... Bir şiirin önsözünde şair, daha evvel çok az kişinin okuduğunu bildiğiniz bir eserden, bir cümleyi alıntılamıştır. Sevinciniz, şaşkınlığınızla yarışır... Nasıl olmuştur da, 20 yıl evvel bu eserden unutamadığınız bir cümleyi dikkate değer bulmuştur... Hemen tanış olursunuz... İnsan remizlere, görüntülere meftun bir çocuktur, bildiği şeyin bilinebilirliğine aşıktır, sezdiği şeyin sezilebilirliğine... Çağlar ötesindeki yoldaşıyla birlikte yürümeye inanır... En güçlü yanı da budur...
Reklam
Bir tebessüme, bir onaya, anlam bulmuş bir bakışa, 'iyi ki varsın' lara duyduğumuz bağımlılık duygusu olmasaydı, bazı eylemlerimiz varlığını aynı coşkuyla sürdürebilir miydi? Bu soruya; "evet ben yine de şunu yapmaya devam ederdim" dediğiniz ne varsa, o sizin kendinize ayırdığınızdır. Okumak mesela... Bu platformda beğen butonu olmasaydı, alıntıları eskisi gibi büyük bir istekle paylaşır mıydık? Yahut sevdiğimiz okur arkadaşlarımız burada bulunmasaydı, her gün uğrama gereği hisseder miydik? İzlediğim bir filmde, kadın, sevdiği adam için, bir alışkanlığa dönüşüp günün birinde terkedileceği korkusuyla, estetik operasyon geçiriyor ve bambaşka bir yüze sahip olup yeniden aynı kişinin hayatına giriyordu. Hayatı adeta bir kabusa dönüyor, eski kimliği ile yeni kimliği arasında sıkışıp kalıyordu... Ne çok sevilen ve özlenen eski haline, ne de kusursuz yüz hatlarının yapay güzelliğine tutunabiliyordu. Film, kişinin kendine bakışını yenileyen, adeta ruhsal gerilmelerin ete kemiğe bürünmüş haliydi... Bizi biz yapan şeyleri yapay olanlarla değiştirmek için ne neştere, ne de uzun bir iyileşme sürecine ihtiyaç duyarız. Bu yüzden gözümüzü kırpmadan, kıskançlığımızı hırsımızla takas ederiz, korkumuzu cüretimizle, aşağılık kompleksimizi alaycılığımızla, öfkemizi tebessümümüzle... Onaylanma ve eksilmeyen bir duyguyla sevilme tutkusu, kişinin kendisinden memnuniyetsizliğinin ifadesidir. Çok sevilmek, önemsenmek ve yüceltilmek asla çare değildir. İnsan, evvela kendini sevmelidir... O zaman dilediğinde yenilenmenin ve zamanı hissetmenin keyfini sürebilir...
Rilke en bilindik öykülerinden birinde kılıçla kalemi konuşturur. Kılıç, kalemi aciz ve yetersiz bulmakta, kendine olan güvenine anlam verememektedir. Kalem; ikisinin de toprağın altından geldiğini ve ikisini işleyen ellerin de aynı eller olduğunu söyleyerek, benzerliklerini dile getirmek istese de kılıç farklılıklarını öne çıkarmakta kararlıdır... Sonunda bir el kaleme uzanır ve barış anlaşmasını imzalar. Kalem ne kadar kırılgan ve naifse, kılıç da o denli vakur ve heybetlidir. Emily Dickinson'ın fırtına ve kuş metaforundan bize kalan da budur... Umut; minik, tüylü bir kuş... Fırtına da zorlu insan doğasının ta kendisidir; En zorlu mevsimlerde, kuş tünediği ruhun dallarına sıkıca tutunmuştur... Tek istediği o tatlı ezgiyi söyleyebilmektir. Ümit, ümidini hiç yitirmeyecektir... Ümit deyince aklıma gelen şu nefis dizeler de 'kılıç gibi bir kalem'le yazılmıştır :) "Umut! sevgili! iyiliksever umut! Küçümsemezsin yasta olanın evini, Ve asaletle, sevinçli bağlılıkla, hükmedersin Ölümlülerin ve göğün güçlerinin arasında. Neredesin? Az yaşadım; ama soğuk esiyor Akşamım daha şimdiden. Ve dilsiz, gölge misaliyim, Burada; ve ezgisiz kalmış Kalbim dinleniyor göğsümdeki Ürpertilerin arasında." Hölderlin
İncinmişlik duygusu, zamanla dokulara ve kemiklere sirayet eden patolojik bir tümör gibidir. Kötü huyludur, çünkü mantıklı düşüncenin yardımını reddeder, bilinci devreden çıkarır... Bu, oyuncak arabasının tekerleği kırılan çocuğun oyunu bırakması gibidir. Yaşamsal faaliyetleri durduruncaya kadar ruhun derinliklerine zarar vermeyi sürdürür... İncinmişliğin en büyük destekçisi ego'dur. "Bunu bana nasıl yapar?!" ın altında, "ben bunu asla yapmam, o kadar üstün ve kusursuzum ki, hataya düşmem." cümlesi vardır. İncinmiş bir insan, kendi zararını artırmak için ne mümkünse yapar. Hattâ içgüdüsel olarak utanç duygusunu bile bu acının önüne geçirmek istediği olur. Ama sular durulduğunda, bilincin klipsi açılıp, yerine oturduğunda, o tık sesi duyulduğunda... Tebessümün hiç duyulmamış derin bir anlamına varıldığı görülür... Anlaşılır ki; yara da biziz, yaralayan da...
Tedavisi olmayan bi hastalıkla ugrasmak kadar yorucu hiçbir şey yok.
...
Reklam
19 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.