Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Profil
Şeyh Abdulbarî Kufrevî
1919’da Kemal Paşa Kürdistan’a geldi. Osmanlı, kendisinin idamına karar ver­mişti ve Osmanlı devletince, Kürtler için her zaman söylenen ‘eşkıyalık’ sıfatı ona da verilmişti. Fakat ben ve diğer Kürt şeyh, bey ve ağaları onu koruduk. Erzurum Kongresi’ni akdettik. Son­ra, Kahtalı Hacı Bedir Ağa’nın da beşyüz muhafız süvarisi ve Dersimli Diyap Ağa’nın kuvvetleri ile Sivas’a gelip, orada da kongre­mizi yaptık. Kısa söyleyeyim; Kemal Paşa, Kürt milletinin hakla­rına sadık kalacağını defalarca ifade etti. Biz de inanarak kendisi­ni kolladık. Ama adam, Cumhuriyeti kurup Lozan Anlaşması’nı yaptıktan sonra hepimize dirsek çevirdi. Kendisine yardım eden ne kadar kuvvetli Kürt aile ve şahsiyeti varsa, birer bahane ile ya idam ettirdi veya sürgüne yolladı.
Kavmine ihanet edenin kafasını koparmak gerekir.
Bedirxan Bey, Cizre’deki Birca Belek sarayında gezi­nirken bir oğlunun elinde bir keklik kafesi görür. Bedirxan Bey, “Bu nedir oğlum?” der. Oğlu Ali Şamil -ki sonradan paşa olmuştur- “Baba, bu çok kıymetli bir kekliktir. Bana Sincar’dan geldi” diye cevap verir. Bedirxan Bey, “İyiliği nereden geliyor oğlum?” diye sorar. Oğlu, bunun üzerine, “Baba, bunu dağa götüreceğim, etrafı tuzaklarla çevireceğim. Ötmeye başlayınca, dağdaki diğe keklikler yanma gelmeye başlayacaklar. Böylece benim kur­duğum tuzaklara yakalanacaklar” der. Bedirxan Bey, kafesteki kekliği alır ve kafasını kopararak yere fırlatır. Oğlu bağırır çağırır, kendisini yerden yere atar. Bedirxan Bey, oğlunu yerden kaldırıp başını okşayarak, “Evladım der, insan olsun hayvan olsun, kavmine hiyanet edenlerin kafasını koparmak lazımdır.”
Reklam
said-i kurdî
1960 yılında, 49’lar diye bilinen arkadaşlarımla Harbiye hücrelerindeydik. Meğer Şeyda, o sıralar kendisini rahatsız hissediyor ve Kürdistan’da ölüp gömülmek arzusundaymış. Demokrat Parti içindeki müridleri ona bir taksi tahsis ediyorlar ve Kürdistan’a doğru yola çıkıyor. Urfa’da bir otele iniyor. Kimsenin de haberi yok. O gece fenalaşıyor. Urfa’ya gelişini ve hasta olduğunu duyan Avukat Faik Bucak ve diğer Kürt aydınlan kendisiyle ilgileniyor­lar. Fakat getirdikleri doktorların tüm itina ve çabalarına rağmen kurtarılamıyor ve vefat ediyor. Faik Bucak’ın bana sonradan an­lattığına göre, Saidi Kürdi’nin vefatından sonra terekesi tesbit edilmiş, bıraktığı tüm maddi miras şunlarmış; bir kamış sepet içinde iki mendil, bir çift çorap, iki don, iki fanila, kendisine mahsus bir entari, bir bez içinde bağlı yedibuçuk lira, bir secca­de ve bir de ibrik. Doğu’daki ve Batı’daki tamahkar din adamları bu halis Kürt fi­lozofundan bari birşeyler öğrenip Karun gibi olmamalan gerekti­ğini anlasalar.
said-i kurdî
Said, bu başlıktaki adını Bitlis’te bir köy olan Nurs’tan alıyor. Saidi Nursi’nin birçok ad ve lakapları vardır. Bu ad ve lakaplar, onun hayatı içindeki mücadele safhalarına göre yer bulur. Örne­ğin gençliğinde Kürdistan’da bir Kürt mücahidi idi. Bu devirde kendisine Melaye Meşhur-Mela Saîde Kurd! denirdi. Daha sonra İstanbul ve Şam’da, fevkalade
Doktor Mehmet Şükrü Sekban
Aslı, bugün Elaziz’in ilçesi olan Madenlidir. Cildiye mütehas­ sısı ve Cerrahpaşa Hastahanesinde bugünkü manada doçentti. İstanbul’daki tüm Kürt faaliyetlerinin içinde yer almıştır. Çok pa­ ra kazanırdı. Tüm Kürt dernek ve dergilerine maddi yardımlarda bulunmuştur. Atatürk’ün “Yüzellilikler” dediği listenin başınday­dı. O da, diğer Yüzellilikler
Mehmet mihri hilav
Hem eski İlahiyat Fakültesi profesörü, hem de avukattı. Dina­mik, alim, avcı, şerefli bir Kürttü. Süleymaniye Kürdü idi, ama Kurmanciyi de güzel biliyordu. Zaten Mehmet Mihri’nin bilmediği dil yoktu sanki. Arapça, Farsça, Türkçe, Fransızca ve Kürtçenin tüm lehçe ve şivelerine hakimdi. Dicle Kaynağı’nı çıkar­dığımda bana yedi tane yazı verdi. 1957 yılında vefatına kadar Irak’ta çıkan Jîn dergisine de muntazaman yazı gönderiyordu. Mehmet Mihri Bey, aynı zamanda avukatımdı da. Fırat Talebe Yurdu’nun aleyhine açılan bir tahliye davasında, mahkemedeki babacan ve insani tutumuyla hakimi etkilemiş ve davayı kazan­mıştı. Müdafaası, aşağı yukarı şöyleydi: “Hakim Bey, bu çocuğun ne kadar insansever olduğunu bilemezsiniz. Yüzlerce fakir fuka­ ra bu yurtta yetişmiş ve halen de yetişmektedir. Şimdi bu çocuk­ların yurdunu ve yuvasını dağıtıp, binayı bu parababalarına mı teslim edeceksiniz? Sizin vicdanınıza bırakıyorum..” Hakim düşünmüş ve Mihri Bey’in insanlığına iştirak etmişti. Parababası, Bursalı fabrikatör İbrahim Yörük ve onun avukatı Yahudi köken­ li meşhur Reşat Atabek pis pis mahkemeden ayrılmışlardı.
Reklam
Ey Şehînşahê Muazzam kasidesi
Kasidenin tümünü bir mektupla Molla Gorani’ye Şeyh Ehmed gönderiyor. Goranî de bunu Sultan Fatih’e tercüme ediyor. Fa­tih’in çok hoşuna gidiyor ve Cizîrî’yi İstanbul’a davet ediyor. Fakat Cizîrî, teşekkürle, kendi vatanından ayrılmak istemedi­ğini bildiriyor. Bunun üzerine Fatih onyedi bin gümüş akçeyi Cizre’ye gönderiyor. Şeyh Ehmed de, o parayla bugün türbesinin bodrumunda olduğu Cizre’deki cami ve medreseyi inşa ediyor. İşte, Kürtçede bir Osmanlı padişahının nasıl övüldüğünü bu­gün Kürtçeyi yasak eden canavarlar okusunlar da utansınlar. İsterim ki, ben de Kürtçe yazdım diye cezalandırılayım ve böyle- ce vahşetleri büsbütün insanlığa açıklansın!
Şeyh Şefîk Arvasî
Meşhur Arvasi ailesindendir. Sultan Hamid’in hocası Seyid Ab-dulhakim Efendi’nin yeğenidir. Alim bir ailedendir. Şeyh Şefik Arvasi derdi ki; “Amcam Abdulhakim, Beyazıt Ca­miinde ikindi namazından sonra Mevlana Celaleddini Rumi’nin Mesnevi’sini otuz yılda tefsir ve şerh etti.” Kendisi de Sultanah­met Camimin baş imamıydı. Bana, “Dîwana Cizîrf’deki fetih şii­ rinin tarihçesini şöyle anlattı: Fatih Mehmet İstanbul’u alınca, hocası Akşemsettin hacca gidiyor. Fatih, hocasına “Baba” diyor­ du. Fatih, Akşemsettin’e, “Bana ne hediye getireceksin?” diye sorduğunda, “Oğlum, sana layık olanı getiririm” diyor. Mısır’da El Ezher Camiine uğruyor. Orada harika çocuk misali bir gence rastlıyor. Adı Muhammed, ama lakabı Goranî’dir. Goran bir Kürt aşiretidir. Onu İstanbul’a getirip padişahın hocası olmaya ikna ediyor. İstanbul’a getiriyor, beraberinde saraya götürüyor. Akşemsettin padişahla buluşunca, Fatih, “Hani Baba hediyem?” diyor. O da “Oğlum sana öyle bir hediye getirdim ki ebediyyen senin şanını yükseltecektir” diyor ve Gorani’yi takdim ediyor. İşte Fatih’in meşhur hocası ve Fatih Medresesinin kurucusu Mol­la Gorani bu zattır. Meğer Molla Gorani, Mele Ehmede Cizîrî’nin fakihlik arkadaşıymış, halen de haberleşiyorlarmış. Melaye Cizî­ rî’nin Dîwanı’ndaki şu dörtlükle başlayan kasidesi Fatih için ya­ zılmıştır. Ey Şahinşahe muazzam Haq bit nigahdare te Suret înnefetah na Hafiz û yare te bit (En büyük padişah Allah seni korusun Kuran’daki Fetih suresi Senin dostun ve muhafızın olsun.)
Şükür Baban
Şükrü Baban’a gelince... Malum, Zihni Paşa’nın oğlu idi. Zihni Paşa, Kürt Teali Cemiyeti’nin ikinci başkanıdir. Aynı zamanda, Sadrazam Talat Paşa’nmda yakın dostudur. Şükrü Baban, Kürt meselesinde çok çekingendi. Zaten 1979 yılındaki ölümüne kadar ben, onun Mali Vekiliydim. Çünkü ken­disi felç olmuştu. Bütün işlerini ben yürütüyordum. Sırası gel­mişken, vekalet olaylarından şunu anlatayım: Şair Mehmet Akif Ersoy ölünce, vasiyetinde, “Beni Süleyman Nazif ile Profesör Nazım Baban’ın mezarları arasına gömün” demişti. Vasiyeti yerine getirilmişti. Ancak bugünkü Londra asfaltı açılınca tam onların mezarlarına rastlıyordu. Akif’in mezarına belediye sahip çıktı. Şükrü Baban ile Süleyman Nazif’in varisi olan Dışişleri Bakanlı­ğındaki akrabasına, mezarlara sahip çıkması için tebligat yapıldı. Şükrü Baban adına vekaleten ben gittim. Naim Bey ve hanımı için iki kefen ve iki tabut yaptırdım. Mezarlığa götürdüm. Biraz sonra işçiler ile belediye bandosu geldi. Mezarlığı açtık, kemikle­rini kefene koyduk, tabutları yerleştirdik. Süleyman Nazif’in de mezarı açılmıştı. Kafası mezarın kenarında duruyordu. Kendisi­ne nefretim olduğu için, oradan geçerken, heyecanlandım ve kas­ten olmasa da ayağımla kafa kemiğine dokundum. Dokunmamla tekrar mezara yuvarlandı. Ağzındaki altın dişleri dökülmüştü, işçiler ceplerine koydular, ben de görmezlikten geldim. Sonra, bando ile tabutlar alındı; merasimle, tabii ben de ön safta, şehit­likte hazırlanan yere, M. Akif ortada ve diğerleri iki tarafta olmak üzere gömüldüler.
Şiirin Linki yorumlar kısmında
Abdurrahim Zapsu’nun kayınpederim olduğunu söylemiştim. Ben de Naciye Abla misali, Abdurrahim Bey’e iki gözüm gibi bakıyordum. Hem çocuklarımın dedesiydi, hem de değerli bir Kürt şairi ve yazarıydı. Buraya hürmeten ve hatırası olarak, Bediüzzaman ile Bitlis Harbinde yaralanıp esir olarak Rusya’dayken yazdığı “Eşqa Welat” adlı şiirinin Kürtçe
Reklam
Abdurrahim Rahmi Zapsu ve Halil Hayali Modan (Motkî)
Rahmi Zapsu, şair ve yazardı. Hemen hemen o dönemde çıkan tüm dergilerde çokça milli ve dini şiir ve yazıları vardır. Hatta öyle ki, Jîn’de “Memê Alan” adlı, mitolojik ve milli Kürt edebiyatından esinlenerek iki perdelik bir piyes de yaz­mıştır. Ayrıca, İstanbul’da Doktor Abdullah Cevdet, Aziz Baban ve Ziya Gökalp’le, Sultan Mahmud türbesinin
Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. Hat­ta tabir caiz ise, imparatorluğu teşkil eden milletlerin en saygın olmayanı Türklerdi. Dini bakımdan da biraz Yahudi varsa da çoğunluğu çeşitli mezheplerden olan Hıristiyan milletler tek tek Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldılar. Yunanlılar ve Bulgarlar gibi. Her ne kadar Müslümanlar içinde ve Avrupa’dan uzak yer­lerde Ermenistan gibi bazı gayrimüslim gruplar kaldılarsa da, bunlar da için için kaynıyorlardı. 20. yüzyıl gelince, bu milli ay­rılık şuuru Müslümanlara da sıçradı; Amavutlar, Araplar ve Türkler. Türk diyorum, belki biraz tuhaf kaçacak ama Genç Türklerin ve sonra da bazı Türk partilerinin hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dışında milli bir Türk devleti kurmaktı. Orta­lıkta, kala kala Kürtler kaldı. Haliyle Kürtler de kendilerine bir çare bulup, vatanlarını korumak düşüncesine girdiler. Kürtlerin telaşı daha büyüktü. Çünkü Suriye ve Irak Araplarının ve Türki­ye’de Türklerin üzerinde yaşadıkları topraklar bunların anava­tanları değildi. Ama Kürtlerin yaşadığı topraklar, başlangıcı bilin­meyen onbinlerce yıldan beri anavatanları idi ve Kürdistan’dı.
Bazı Kürt Şahsiyetleri
Osmanlılar devrinde 1908’den 1920’lere kadar İstanbul da bi­rçok Kürt cemiyeti kurulduğunu ve cemiyetlerin birkaç dergi çıkardıklarını duymuştuk. Ama esasta hiçbir bilgimiz yoktu. Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Hevî Cemiyeti, Kürt Talebe Heyî Ce­miyeti ve Kürt Kadınlar Cemiyeti gibi. Bir de, bu tarihler arasında Kürdistan, Roja Kurd, Hetewa Kurd ve Jîn dergileri çıkmıştır. Bu dergilerde çok değerli Kürt şair ve yazarlarının yazı yazdıklarını duymuştuk. Ayrıca, o zamana kadar el yazma olan “Dîwana Cizî- rî” ve büyük şair Ehmedi Xanî’nin “Mem û Zin” ve “Nûbara Biçûka” adlı eserleri basılmıştı. Yine, Yusuf Ziyaeddin Paşa Elxalid’in de, “Hediyetul Hamidiye fi Lugatul Kürdiye” adlı Arapça izahlı Kürtçe grameri ile Kürtçe-Arapça bir sözlük basılmıştı. İşte bütün bu eserleri bulup bir araya getirmek ve yazarlarını ta­nıtmak istiyorduk. Gerçi bu yazar ve müteşebbislerin çoğu ya idam edilmiş veya yurt dışına kaçmışlardı. Ancak, İstanbul’da köşe bucakta üç-beş kişinin kaldığını duymuştum. Bunlar, Sulta­nahmet Camii başimamı Şeyh Şefik Arvasi, Profesör Şükrü Ba­ban, Halil Hayali Modan, Bedirxan Paşa’nın hayatta kalmış tek oğlu Murat Bey, Profesör Mehmet Mihri Hilav ve sonradan ka­yınpederim olacak Abdurrahim Rahmi Zapsu idiler.
Atatürk, Maarif Vekili Necati Bey 29-30’larda ölünce çok üzül­müş. Akşam içki masasında, Niğdeli Abidin Özmen de varmış. Atatürk demiş ki, “Abidin, sen Maarif Vekili olacaksın.” Abidin Özmen safiyane bir şekilde, “Ama Paşam, ben yapamam” diye ce­vap verince, üzgün olan Atatürk, “Yaparsın, yaparsın eşek herif; niye yapamayasın?” diye çıkışmış. Abidin Özmen o vakit Maarif Vekili oldu. İşte, bu eşek herif, hatırladığım kadarıyla, ben ilko­kul üçüncü veya dördüncü sınıftayken bir karar aldı, peşpeşe imtihanlar koydu; ilk ve orta tahsilde ne kadar talebe varsa hep­sini geçirdi.
MIT’in benimle ilgili bir raporunda deniyor ki, “Musa Anter’in İstanbul’daki evi, bir nevi Kürdistan Büyükelçiliğidir.” O kadar değil, ama dertli Kürtler etrafımda toplanırlardı. Hani Ankara için derler ya “Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara.” Benimki de öyle idi. Ve daha da ko­yu idi. Çünkü zaten tüm Kürtlerin bahtı karadır.
54 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.