Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Profil
Kavmine ihanet edenin kafasını koparmak gerekir.
Bedirxan Bey, Cizre’deki Birca Belek sarayında gezi­nirken bir oğlunun elinde bir keklik kafesi görür. Bedirxan Bey, “Bu nedir oğlum?” der. Oğlu Ali Şamil -ki sonradan paşa olmuştur- “Baba, bu çok kıymetli bir kekliktir. Bana Sincar’dan geldi” diye cevap verir. Bedirxan Bey, “İyiliği nereden geliyor oğlum?” diye sorar. Oğlu, bunun üzerine, “Baba, bunu dağa götüreceğim, etrafı tuzaklarla çevireceğim. Ötmeye başlayınca, dağdaki diğe keklikler yanma gelmeye başlayacaklar. Böylece benim kur­duğum tuzaklara yakalanacaklar” der. Bedirxan Bey, kafesteki kekliği alır ve kafasını kopararak yere fırlatır. Oğlu bağırır çağırır, kendisini yerden yere atar. Bedirxan Bey, oğlunu yerden kaldırıp başını okşayarak, “Evladım der, insan olsun hayvan olsun, kavmine hiyanet edenlerin kafasını koparmak lazımdır.”
said-i kurdî
1960 yılında, 49’lar diye bilinen arkadaşlarımla Harbiye hücrelerindeydik. Meğer Şeyda, o sıralar kendisini rahatsız hissediyor ve Kürdistan’da ölüp gömülmek arzusundaymış. Demokrat Parti içindeki müridleri ona bir taksi tahsis ediyorlar ve Kürdistan’a doğru yola çıkıyor. Urfa’da bir otele iniyor. Kimsenin de haberi yok. O gece fenalaşıyor. Urfa’ya gelişini ve hasta olduğunu duyan Avukat Faik Bucak ve diğer Kürt aydınlan kendisiyle ilgileniyor­lar. Fakat getirdikleri doktorların tüm itina ve çabalarına rağmen kurtarılamıyor ve vefat ediyor. Faik Bucak’ın bana sonradan an­lattığına göre, Saidi Kürdi’nin vefatından sonra terekesi tesbit edilmiş, bıraktığı tüm maddi miras şunlarmış; bir kamış sepet içinde iki mendil, bir çift çorap, iki don, iki fanila, kendisine mahsus bir entari, bir bez içinde bağlı yedibuçuk lira, bir secca­de ve bir de ibrik. Doğu’daki ve Batı’daki tamahkar din adamları bu halis Kürt fi­lozofundan bari birşeyler öğrenip Karun gibi olmamalan gerekti­ğini anlasalar.
Reklam
Şükür Baban
Şükrü Baban’a gelince... Malum, Zihni Paşa’nın oğlu idi. Zihni Paşa, Kürt Teali Cemiyeti’nin ikinci başkanıdir. Aynı zamanda, Sadrazam Talat Paşa’nmda yakın dostudur. Şükrü Baban, Kürt meselesinde çok çekingendi. Zaten 1979 yılındaki ölümüne kadar ben, onun Mali Vekiliydim. Çünkü ken­disi felç olmuştu. Bütün işlerini ben yürütüyordum. Sırası gel­mişken, vekalet olaylarından şunu anlatayım: Şair Mehmet Akif Ersoy ölünce, vasiyetinde, “Beni Süleyman Nazif ile Profesör Nazım Baban’ın mezarları arasına gömün” demişti. Vasiyeti yerine getirilmişti. Ancak bugünkü Londra asfaltı açılınca tam onların mezarlarına rastlıyordu. Akif’in mezarına belediye sahip çıktı. Şükrü Baban ile Süleyman Nazif’in varisi olan Dışişleri Bakanlı­ğındaki akrabasına, mezarlara sahip çıkması için tebligat yapıldı. Şükrü Baban adına vekaleten ben gittim. Naim Bey ve hanımı için iki kefen ve iki tabut yaptırdım. Mezarlığa götürdüm. Biraz sonra işçiler ile belediye bandosu geldi. Mezarlığı açtık, kemikle­rini kefene koyduk, tabutları yerleştirdik. Süleyman Nazif’in de mezarı açılmıştı. Kafası mezarın kenarında duruyordu. Kendisi­ne nefretim olduğu için, oradan geçerken, heyecanlandım ve kas­ten olmasa da ayağımla kafa kemiğine dokundum. Dokunmamla tekrar mezara yuvarlandı. Ağzındaki altın dişleri dökülmüştü, işçiler ceplerine koydular, ben de görmezlikten geldim. Sonra, bando ile tabutlar alındı; merasimle, tabii ben de ön safta, şehit­likte hazırlanan yere, M. Akif ortada ve diğerleri iki tarafta olmak üzere gömüldüler.
Köyde yılın yedi ayında damda yatılır. Annem okur yazar de­ğildi ama geniş bir antik halk bilgisine sahipti. Damda, text deni­len, adeta oda büyüklüğünde karyolalarda yatardık. Babam olma­dığı için, ben ablam ve benden küçük üç kardeşimle birlikte ya­tardık. Taht o kadar büyüktü ki, hepimizin birlikte yatmamıza yeter, üstelik gerektiğinde kullanılsın diye bir de beşik yeri bulu­nurdu. Biz annemizin koynuna, bir kuluçkanın yavruları gibi sı­ğınırdık. Annem hem bizi sever, okşar, hem de bir taraftan küçük küçük masallar anlatır, bir taraftan da gökteki yıldızları tanıtırdı. O yıldızların hareketinde aşk vardı, akreplere karşı efsun vardı, meyvelerin olgunlaşma zamanı vardı... Hele, gece yolunu kaybe­denlerin kutup yıldızına bakıp nasıl yollarını bulacaklarını öğ­renmek oldukça heyecan vermişti bana. Yıldız ve takım yıldızla­rının adları vardı. Mesela, Büyük Ayı’nın adı Terme Mence (Merih yıldızının cenazesi); bu takım yıldızının son yıldızı kutup yıldı­zının adı Stera Xura’ydı. Terme Adem, yani Küçük Ayı’nın sağ kö­şesindeki büyük yıldızın yanındaki o küçük yıldızı görüp şu du­ayı okuduğunda muradına varırdın: “Terme Adem, siware bi rim, ez mirade xwe ji te dixwazîm!” (Adem’in mızraklı cenazesi, muradımı senden istiyorum.)
Şeyh Abdulbarî Kufrevî
1919’da Kemal Paşa Kürdistan’a geldi. Osmanlı, kendisinin idamına karar ver­mişti ve Osmanlı devletince, Kürtler için her zaman söylenen ‘eşkıyalık’ sıfatı ona da verilmişti. Fakat ben ve diğer Kürt şeyh, bey ve ağaları onu koruduk. Erzurum Kongresi’ni akdettik. Son­ra, Kahtalı Hacı Bedir Ağa’nın da beşyüz muhafız süvarisi ve Dersimli Diyap Ağa’nın kuvvetleri ile Sivas’a gelip, orada da kongre­mizi yaptık. Kısa söyleyeyim; Kemal Paşa, Kürt milletinin hakla­rına sadık kalacağını defalarca ifade etti. Biz de inanarak kendisi­ni kolladık. Ama adam, Cumhuriyeti kurup Lozan Anlaşması’nı yaptıktan sonra hepimize dirsek çevirdi. Kendisine yardım eden ne kadar kuvvetli Kürt aile ve şahsiyeti varsa, birer bahane ile ya idam ettirdi veya sürgüne yolladı.
Dersim olayları, namuslu tüm Kürtleri etkilemişti. O kadar çok cinayet ve katliam işlenmişti ki üzülmemek mümkün değil­di.
Reklam
Başka Kürt kadınlarını yakından tanımadığım için ad vererek yazmıyorum. Yoksa meç­hul şehid abideleri gibi nice Kürt kadınları vardır. Alın size iki ta­ne fidan boylu Kürt kızı: Leyla Qasim ve Zekiye Alkan.
Şiirin Linki yorumlar kısmında
Abdurrahim Zapsu’nun kayınpederim olduğunu söylemiştim. Ben de Naciye Abla misali, Abdurrahim Bey’e iki gözüm gibi bakıyordum. Hem çocuklarımın dedesiydi, hem de değerli bir Kürt şairi ve yazarıydı. Buraya hürmeten ve hatırası olarak, Bediüzzaman ile Bitlis Harbinde yaralanıp esir olarak Rusya’dayken yazdığı “Eşqa Welat” adlı şiirinin Kürtçe
Dersim İsyanı
Dersim isyanının lideri Seyit Rıza’ydı. Saygın hatunu Besê de gerilla savaşında bir birliğe komuta ediyordu. Hemen her gün İs­tanbul basınında Besê adice saldırılara uğruyordu. Bu saldırılar beni çok üzüyordu. Olay karşısında delikanlıca tepkiler gösteri­yordum. Arkadaşlarım bunun farkındaydı. Yarı şaka yarı ciddi bana, “Bese’nin torunu” diyorlardı. Yine bir gün derste, “Bese’nin torunu” yazılı kağıdı arkama iliştirmiş ve hoca dersten çıkınca, kahkahalar atarak benimle alay etmişlerdi. Bir gece de, sınıf mü­messili olduğum gece mütalaasına girdiğimde sekiz on arkada­şım hep bir ağızdan tempo tutarak, “Bese’yi ...m” diye bağırmaya başladılar. Ben de öğretmen kürsüsüne çıkarak “Zübeyde’yi ...m” diye tempo tuttum. Olayı şaka diye bıraktık. Ama aramızda bu­lunan Adana Kuruköprü Karakolu komiserinin oğlu Kenan, he­men gidip hadiseyi babasına anlatmış. Daha sonra bir polis ekibi okula gelip beni emniyet merkezine götürdü. Orada on beş gün gözaltında tutuldum. Bu benim ilk gözaltım olacaktı....
Bazı Kürt Şahsiyetleri
Osmanlılar devrinde 1908’den 1920’lere kadar İstanbul da bi­rçok Kürt cemiyeti kurulduğunu ve cemiyetlerin birkaç dergi çıkardıklarını duymuştuk. Ama esasta hiçbir bilgimiz yoktu. Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Hevî Cemiyeti, Kürt Talebe Heyî Ce­miyeti ve Kürt Kadınlar Cemiyeti gibi. Bir de, bu tarihler arasında Kürdistan, Roja Kurd, Hetewa Kurd ve Jîn dergileri çıkmıştır. Bu dergilerde çok değerli Kürt şair ve yazarlarının yazı yazdıklarını duymuştuk. Ayrıca, o zamana kadar el yazma olan “Dîwana Cizî- rî” ve büyük şair Ehmedi Xanî’nin “Mem û Zin” ve “Nûbara Biçûka” adlı eserleri basılmıştı. Yine, Yusuf Ziyaeddin Paşa Elxalid’in de, “Hediyetul Hamidiye fi Lugatul Kürdiye” adlı Arapça izahlı Kürtçe grameri ile Kürtçe-Arapça bir sözlük basılmıştı. İşte bütün bu eserleri bulup bir araya getirmek ve yazarlarını ta­nıtmak istiyorduk. Gerçi bu yazar ve müteşebbislerin çoğu ya idam edilmiş veya yurt dışına kaçmışlardı. Ancak, İstanbul’da köşe bucakta üç-beş kişinin kaldığını duymuştum. Bunlar, Sulta­nahmet Camii başimamı Şeyh Şefik Arvasi, Profesör Şükrü Ba­ban, Halil Hayali Modan, Bedirxan Paşa’nın hayatta kalmış tek oğlu Murat Bey, Profesör Mehmet Mihri Hilav ve sonradan ka­yınpederim olacak Abdurrahim Rahmi Zapsu idiler.
Reklam
Atatürk, Maarif Vekili Necati Bey 29-30’larda ölünce çok üzül­müş. Akşam içki masasında, Niğdeli Abidin Özmen de varmış. Atatürk demiş ki, “Abidin, sen Maarif Vekili olacaksın.” Abidin Özmen safiyane bir şekilde, “Ama Paşam, ben yapamam” diye ce­vap verince, üzgün olan Atatürk, “Yaparsın, yaparsın eşek herif; niye yapamayasın?” diye çıkışmış. Abidin Özmen o vakit Maarif Vekili oldu. İşte, bu eşek herif, hatırladığım kadarıyla, ben ilko­kul üçüncü veya dördüncü sınıftayken bir karar aldı, peşpeşe imtihanlar koydu; ilk ve orta tahsilde ne kadar talebe varsa hep­sini geçirdi.
MIT’in benimle ilgili bir raporunda deniyor ki, “Musa Anter’in İstanbul’daki evi, bir nevi Kürdistan Büyükelçiliğidir.” O kadar değil, ama dertli Kürtler etrafımda toplanırlardı. Hani Ankara için derler ya “Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara.” Benimki de öyle idi. Ve daha da ko­yu idi. Çünkü zaten tüm Kürtlerin bahtı karadır.
Sünnetçilerin sünnet ettikten sonra kullandıkları ilaçlar, Kürdistan dağlarında yetişen bir ottan yapılıyordu. O otu, Tıllo şeyh­leri kimseye söylemezlerdi. Üç-beş gün sonra, hiçbir iltihap yap­madan yaram kapandı ve çocuklar arasında oynamaya başladım. Otuz sene sonra Tîllo’ya gittiğimde o otu sordum. Kirvem Şeyh Tahir’in torunu bu ottan bir avuç verdi. Fakat daha sonra, 1959 tutukluluğumda otu kaybettim. İsterim ki, Kürt gençleri Tîllo’ya gidip bu otu incelesinler ve dağlarında doğal olarak yetişen bu ve benzeri kıymetli otlan, birçok yan tesiri olan elin penisilinine ve antibiyotiğine tercih etsinler!.
Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. Hat­ta tabir caiz ise, imparatorluğu teşkil eden milletlerin en saygın olmayanı Türklerdi. Dini bakımdan da biraz Yahudi varsa da çoğunluğu çeşitli mezheplerden olan Hıristiyan milletler tek tek Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldılar. Yunanlılar ve Bulgarlar gibi. Her ne kadar Müslümanlar içinde ve Avrupa’dan uzak yer­lerde Ermenistan gibi bazı gayrimüslim gruplar kaldılarsa da, bunlar da için için kaynıyorlardı. 20. yüzyıl gelince, bu milli ay­rılık şuuru Müslümanlara da sıçradı; Amavutlar, Araplar ve Türkler. Türk diyorum, belki biraz tuhaf kaçacak ama Genç Türklerin ve sonra da bazı Türk partilerinin hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dışında milli bir Türk devleti kurmaktı. Orta­lıkta, kala kala Kürtler kaldı. Haliyle Kürtler de kendilerine bir çare bulup, vatanlarını korumak düşüncesine girdiler. Kürtlerin telaşı daha büyüktü. Çünkü Suriye ve Irak Araplarının ve Türki­ye’de Türklerin üzerinde yaşadıkları topraklar bunların anava­tanları değildi. Ama Kürtlerin yaşadığı topraklar, başlangıcı bilin­meyen onbinlerce yıldan beri anavatanları idi ve Kürdistan’dı.
Eskiden lisede üç yıl ve üniversitede de iki yıl, ders yılı sonun­ da tam teçhizatla yirmi gün boyunca piyade askerlik kampı yapı­lırdı. 1941 ders yılı, üniversite kampını Pendik’te yaptık. Pendik, o vakit küçük bir muhacir köyü idi. Tüm etrafı, Rumlardan kal­ma zeytin ormanları ile kaplıydı. Kampa gittiğimiz gün, kamp komutanı binbaşı bizi topladı ve karargah dahilinde defi hacet, yani büyük abdest yapmamamızı tembihledi. Arkadaşlar arasın­da, binbaşının adı, bu olaydan sonra Defi Hacet oldu. Adam bu­nu duydu, önleyemedi. Hasta oldu, bir hafta sonra da gitti.
54 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.