m

Musa Anter

0 üye
bir gün bir miting düzenlenmişti. Mitingde, Adana Çift­çi Fabrikası sahibi Mustafa Bey’i kürsüye çıkardılar. Adamcağız kürsüye çıktı. Türkçeyi iyi bilmiyordu, ancak üç-dört defa göğ­süne elini vurarak, “Vallah biz Türktür, billah bir Türktür, Kuran hakkı biz Türktür” dedi ve kürsüden indi. Önceden kendisine, “Türküz” demesi için telkinde bulunulduğu her halinden belliy­di.
Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. Hat­ta tabir caiz ise, imparatorluğu teşkil eden milletlerin en saygın olmayanı Türklerdi. Dini bakımdan da biraz Yahudi varsa da çoğunluğu çeşitli mezheplerden olan Hıristiyan milletler tek tek Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldılar. Yunanlılar ve Bulgarlar gibi. Her ne kadar Müslümanlar içinde ve Avrupa’dan uzak yer­lerde Ermenistan gibi bazı gayrimüslim gruplar kaldılarsa da, bunlar da için için kaynıyorlardı. 20. yüzyıl gelince, bu milli ay­rılık şuuru Müslümanlara da sıçradı; Amavutlar, Araplar ve Türkler. Türk diyorum, belki biraz tuhaf kaçacak ama Genç Türklerin ve sonra da bazı Türk partilerinin hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dışında milli bir Türk devleti kurmaktı. Orta­lıkta, kala kala Kürtler kaldı. Haliyle Kürtler de kendilerine bir çare bulup, vatanlarını korumak düşüncesine girdiler. Kürtlerin telaşı daha büyüktü. Çünkü Suriye ve Irak Araplarının ve Türki­ye’de Türklerin üzerinde yaşadıkları topraklar bunların anava­tanları değildi. Ama Kürtlerin yaşadığı topraklar, başlangıcı bilin­meyen onbinlerce yıldan beri anavatanları idi ve Kürdistan’dı.
Reklam
Bazı Kürt Şahsiyetleri
Osmanlılar devrinde 1908’den 1920’lere kadar İstanbul da bi­rçok Kürt cemiyeti kurulduğunu ve cemiyetlerin birkaç dergi çıkardıklarını duymuştuk. Ama esasta hiçbir bilgimiz yoktu. Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Hevî Cemiyeti, Kürt Talebe Heyî Ce­miyeti ve Kürt Kadınlar Cemiyeti gibi. Bir de, bu tarihler arasında Kürdistan, Roja Kurd, Hetewa Kurd ve Jîn dergileri çıkmıştır. Bu dergilerde çok değerli Kürt şair ve yazarlarının yazı yazdıklarını duymuştuk. Ayrıca, o zamana kadar el yazma olan “Dîwana Cizî- rî” ve büyük şair Ehmedi Xanî’nin “Mem û Zin” ve “Nûbara Biçûka” adlı eserleri basılmıştı. Yine, Yusuf Ziyaeddin Paşa Elxalid’in de, “Hediyetul Hamidiye fi Lugatul Kürdiye” adlı Arapça izahlı Kürtçe grameri ile Kürtçe-Arapça bir sözlük basılmıştı. İşte bütün bu eserleri bulup bir araya getirmek ve yazarlarını ta­nıtmak istiyorduk. Gerçi bu yazar ve müteşebbislerin çoğu ya idam edilmiş veya yurt dışına kaçmışlardı. Ancak, İstanbul’da köşe bucakta üç-beş kişinin kaldığını duymuştum. Bunlar, Sulta­nahmet Camii başimamı Şeyh Şefik Arvasi, Profesör Şükrü Ba­ban, Halil Hayali Modan, Bedirxan Paşa’nın hayatta kalmış tek oğlu Murat Bey, Profesör Mehmet Mihri Hilav ve sonradan ka­yınpederim olacak Abdurrahim Rahmi Zapsu idiler.
Vefa Yüksek Muallim okulu
Fakülteye büyük bir zevk ve iştah ile devam ediyordum. Adla­rını kitaplarda gördüğümüz hocaları derslerde karşımda gördü­ğümde dünyalar benim oluyordu. Profesör Von Aster ve diğerle­ri gibi... Diğer yandan namlı edebiyatçı ve tarihçileri uzaktan da­hi olsa görmek bana heyecan veriyordu. Halide Edip Adıvar, ta­rihçi Mükrimin Halil, Ahmet Caferoğlu, Sadri Maksudi bunların başlıcalarıydı.
Dersîm olayı Failleri
Bu olayın faillerinden iki tanesinden burada kısaca bahsettik­ten sonra, üniversite öğrenciliğim sırasında yaşadığım bir hatıra­ mı da anlatmak istiyorum. İlk değinmek istediğim, Hava Kuvvetleri eski komutanı Muh­sin Batur’un Milliyet Yayınları arasında 1985 yılında çıkan “Anı­lar ve Görüşler-Üç Dönemin Perde Arkası” adlı kitabında bu ko­nuda söyledikleridir. Batur, kitabında özetle diyor ki, “1938’de teğmen olarak Elaziz’de bulunuyordum. Ankara’dan gelen bir emirle, birliğim ile Dersim olaylarına katıldım. Ama okuyucularımdan özür dilerim; hayatımın bu safhasını yazmayacağım..” Paşa çok haklı. Çünkü, hayatının o safhasındaki kanlı elleriy­le, bugüne ne yüzle çıkabilir ki! İkincisi, Türkiye’nin ilk askeri kadın pilotu ve Atatürk’ün ma­nevi kızı Sabiha Gökçen’in 15 Şubat 1990 günü televizyondaki bir programda hatıralarını anlatırken, Dersim olaylarını kastede­rek, “bir olaya katıldığı”m söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışmasıydı. Oysa, katıldığı hareket, Dersim olaylannda acımasızca çoluk-çocuğu bombardıman edişiydi. Hatırlıyorum, o zamanki ga­zeteler hemen her gün “Kahraman Pilot” Sabiha Gökçen’e ait çar­şaf çarşaf, askeri pilot kılığında resimleri yayınlıyorlardı. Ata­türk’ün 1938’de Adana’ya gelişinde Sabiha Gökçen’i de yakından görme fırsatı bulmuştum.
Çi anîna serê me
Kampta bulunduğumuz bir gün, ağaçların altında istirahat ediyorduk. Bölük komutanımız üsteğmen Secaettin, Dersim ola­yındaki hatıralarım kendisinden geçmiş bir coşku ile anlatmaya başladı. . Anlattığı birçok olaydan bir tanesini sizlere aktarmak istiyo­rum: “Biz Dersim’de temizlik hareketine başlamıştık. Bir mağara­ da bir aile bulduk. Dede, baba, anne ve 5-6 yaşlarında bir çocuk. Büyükleri orada süngüleyerek temizledik. Çocuğun ağzından birşey alırız diye öldürmedik. Çünkü biz Dersimli yetişkinlerin ağzından birşey alamıyorduk. Onlan hemen kesiyorduk. Biliyor­duk ki yine de bir şey söylemeyecekler. Çocuk korkmasın diye, anasını, babasını ve dedesini keserken onu uzaklaştırmıştık. Ço­cukla dost olmaya çalışıyorduk. Yemek verdik, şeker verdik; ye­miyordu. Bir ara üzerimizden bir uçağımız geçti. O tuttuğumuz ve kasılı vaziyette bulunan çocuk hemen olduğu yerde gerildi, bir sopa aldı ve tıpkı bir tüfek gibi uçağımıza nişan aldı. Bu hareke­tine oldukça kızmıştım. Emir verdim, ‘temizleyin bu piçi’ diye. Askerler süngülediler ve kayalıktan aşağıya attılar.
Reklam
52 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.