Askerî ve sivil kıyafet ve görünüşte de bu modele göre, olanak sınırları içinde, değişmelerin kaçınılmazlığını kavrarsak o zaman içten çağdaşlaşma ile dış görünüşte çağdaşlaşma arasında büyük bir ayrım olabileceğini sanmak güçleşir.
Aslı Türk olduğu hâlde, eserlerini Acem diliyle yazmak zorunda kalan büyük Îran şâiri Genceli Nizâmi'ye Şirvân Şâhı bir mektup yazmış ve ondan Leylî vü Mecnûn mesnevîsinin Fârisî ile yazılmasını istemiş. Ona demiş ki:
“Leylî vü Mecnûn hikâyesini Fârisî ile süslemelisin. Bilirsin ki ben Farsça sözden anlarım.” Ve ilâve etmiş “Hikâyeyi Türkçe yazma! Zira Türkçe konuşmak bize yakışmaz. Yüksek sülâleden doğan adama, yüksek söz gerekir.”
Acem'e hükmetmek için Acemce bilmek başka, mes’elenin aslını unutarak, Acemceyi Türkçeden üstün görmek yine başkadır. Nevâî gibi, Fuzûlî gibi Türkçeciler, üstelik çevrelerinde devam eden bu hazin zihniyetle mücâdele etmişlerdir.
Bu bakımdan Osmanlı Sultanları'nın, çevrelerindeki şâirlere sık sık, daha çok Türkçe yazmayı tavsiye edişlerini, burada minnetle hatırlamak gerekir.
Aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre “millileştirerek” kendi kelimelerini yaparlar.
Biz bunlara öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi, “fethedilmiş kelimeler” diyoruz.
Ancak yeryüzünde ve cihan târihinde imparatorluk dili olmamış diller çok, fakat imparatorluk dilleri azdır. Çünkü dünya târihinde hem askerî ve idârî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler azdır.
Bu saydığımız vasıflara şüphesiz bâzı mühim farklarla, uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki “Latince, Arapça, İngilizce” ve “Türkçe”dir.
Bu dillerin hiçbiri ö z d i l değildir.
Esasen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili, hiçbir zaman ö z d i l olmak taassubuna ve basitliğine iltifât etmemiştir.