Var oluşumdan hiçbir şey anlamazdım, kendi kendimin bilincinde olmaktan vazgeçememe düşüncesi beni deli ederdi ve güvenle ve dikkatle küçük işleriyle meşgul olan o sade insanları kıskanırdım.
Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar’da Antonio Tabucchi, bize yaşamı boyunca ayak bastığı farklı coğrafyaları paylaşıyor. Bir konumda uzun süre sabit kalmanın, seyahat halinde olmamanın ona hissettirdiğini şu cümleyle açıklıyor kitapta: “Bütün bir yaşam boyu ayaklarını aynı yere basmak tehlikeli bir yanlış anlamaya yol açabilir; sanki orası bizimmiş, dünyada her şey gibi ödünç olarak verilmiş değil de bize aitmiş sanırız”.
Bulunduğu toprakların sanatı, kültürü ve tarihinden ziyade es geçilebilen sokaklara, müzelere de değinmekten kaçınmamış. Sabit konumda bulunmama rağmen beni kendi dünyasına çekip bir nebze de olsa yolculuğunda hissettirebilmesine minnettarım.
Bir yer hiçbir zaman “orası” değildir: Orası biraz da biziz. Nasıl olduğunu bilmeden onu hep içimizde taşırdık ve günün birinde, bir rastlantı sonucu, oraya vardık. Doğru mu yoksa yanlış bir gün müydü, bu ne o yerin ne de bizim suçumuzdu. Bu, o günü gözlerimizle nasıl gördüğümüze, ruhumuzla nasıl içselleştirdiğimize, mutlu ya da üzgün, genç ya da yaşlı, sağlıklı ya da karın ağrısı çeker halde olmamıza bağlıdır. Oraya vardığımız anda kim olduğumuza da bağlıdır.