Mehmet

Mehmet
@mehmedamedi
Sıkı Okur
Zaman akıp gidiyor, herkesin hayatı da zamanla birlikte tükeniyor... instagram.com/droneturkey_hobby
Düşman bir dünyanın ortasında yalnız iktisaden değil, fikren de sömürüldük. Avrupa yanlış tanıttı bize birçok şeylerini. Ateizmin düşüncenin en büyük fethi olduğunu zannetmek, bunların başında geliyordu. Hepimiz gurbetteyiz. Kökü mazide olmayan her insan memleketine ve başka memleketlere yabancıdır. "İnananlar kardeştir". İnananlar yani hakikati birlikte arayanlar.
Reklam
“Hayat düşünenler için trajedi, hissedenler için komedidir"
Tarafsız olmak yalanların en iğrenci. Yaşayan her uzviyet taraf tutar, taraf tutmamak oportünizmlerin en âdîsidir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Biz tarihimizi reddederek,alfabemizi değiştirerek,şapka takarak globalleştik(!)
Global toplumda bir terâkkiden bahsedilebilir mi? Her nesil kendisinden sonrakine bir miras bırakır. Tarih bu miras. Bir sonraki nesil bir önceki nesilden bir şeyler alıyor ve ona bir şeyler katabiliyorsa o toplum ilerliyor demektir. Tarih bir değişme ve birikme. İlerlemeden bahsedebilmek için birikmeye ihtiyaç var. Bu birikmenin geçerli olduğu tek saha, ilim.
“Acem Mektupları'nda" Montesquieu "Tımarhânedekiler, dışardakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış bedbahtlardır" der, Sighele de "Hapishaneler dışardakiler kendini namuslu sansın diye yapılmıştır", der. Suçta tekâmül şiddetten hileye geçişledir.
Reklam
Her asırda birkaç kişi düşünür. Gerisi düşünülenleri düşünür sadece.
“Leonardo da Vinci, beyaz bir kuğuya benzeyen uçak, dağlardan karları alıp kucak kucak yanan şehirlerin bağrına serpsin istiyordu. Uçak icat oldu ama, düşünür olarak insan hiç ilerlemedi. Tabiat ilimlerinin büyük gelişmesi yanında, insan ilimleri çok dar kalıyor.”
Diyarbakır’ın zemherisiyle dondurucu soğuk günleri bastırmadan, alçak damlarla sokaklar tamamen karla örtülüp saçaklardan buzlar henüz sarkmadan, Dicle’nin sığ kıyıları buz tutup tümüyle donmadan, Ermeni, Süryani, Keldani, Musevi, Türk, Kürt çocuklar kendi yaşıtlarıyla keyifle el ele verip mahalle aralarında yaptıkları kardan adamı yine hep beraber kartopuna tutup perişan etmeden, soğuktan donan ellerini ısıtmak için ordan burdan bulup buluşturdukları çerçöp, saman ve tezek parçalarını kuytu bir köşede, bir “örtme” altında güçbela yaktıkları ve adına “alav pilav” dedikleri ateşin etrafında Kızılderililer gibi ulaluuu ulaluuu ulaluluu dans edip tepiniyorlardı.
Küçük ve zorba insan, hep kendisine saygı gösterilmesini ister, ama saygının ne olduğunu bilmez.
Reklam
MATAMATİK...
Fiskaya’da, Dicle nehrine hâkim tepede kurulan Numune Hastanesi ile hemen yanı başındaki Sanat Okulu arasındaki alanda demir parmaklıkla çevrili geniş bahçe içindeki Diyarbakır’ın tek ortaokuluna A, B, C, D, E şubelerinde tıkış tıkış doldurulup üçer kişi yan yana oturduğumuz sıralarda, ilkokuldan öğrendiğimiz “matamatik” kelimesinin yanlış olduğunu, aslında ‘matematik’ şeklinde yazılıp telaffuz edilmesi gerektiğini, ikinci hecedeki ‘a’nın yerine ‘e’ demenin ne kadar önemli olduğunu Halil Turgut’un ensemize indirdiği sayısız tokatla öğreniyorduk...
Tarihe tanıklık eden “Dilenci Ferho”.
“Dilenci Ferho… Deli Ferho… “Diyiler ki bi tene Yahudi devleti kurulmiş, dünyadaki hepi Yahudileri topli…” “Yahudiler varlarıni yoğhlarıni satilar, gidiler…” Okulların yeni kapanıp, cehennemi yaz sıcağının kapımızı çalmaya hazırlandığı o günlerde tüm Diyarbakır bu konuyla çalkalanıyordu: “Yahudiler gidi…” “Moşeler gidi…” Gerçekten de sonbaharla birlikte tüm “Moşe”ler (Yahudiler) kerpiç duvarlı toprak evlerini geride bırakarak, yükte hafif pahada ağır neleri varsa çıkın ederek önce İstanbul’a, oradan İsrail’e gitmek için leyleklerle, kırlangıçlarla yarışırcasına tüm Yahudi Mahallesi’ni 1948’de terk edip gittiler.
Gönül telimi titretti vesselam...
Yıllar mı geçip gitmişti? Yoksa zaman mı eskimişti? Diyarbakır’dan, doğduğum kentten çok uzaklarda, bir yabancı diyarda, İstanbul’da bir yetimhanede yine başımda tır tır tır gezinen bir berber makinesiyle önüme dökülen perçemlerimin ardından sessizce… Ağlamak mı? Nasıl ağlayabilirdim ki! Üstelik berberim on bir, ya da on iki yaşlarında, ben ise on beşinde artık bıyığı terleyen bir delikanlıydım… Hayır, giden saçların ardından ağlamayacak, giden perçemlerin yerine babamın dondurma rüşvetine kanmayacak kadar büyümüş, kazık kadar olmuştum! Artık Berber Yakup’un koltuğunda bir tahta parçası üzerinde değil, bir tahta iskemlede ve ayaklarım yere basarak oturuyorken nasıl ağlayabilirdim ki!
Bizim Diyarbakır da...
“Yakup usta, kölen sahan getırdım, saçlarıni…” “Serkis usta, sen heç merak etme, ben ona şimdi ele güzel bi okıl tıraşi yapacağam ki, paşa kimi olacağ…” Babamın “kölen” dediği bendim. Bizim oralarda, bizim diyarlarda büyükler çocuklarını başkasına takdim ederken, oğlum ya da kızım demeyi nedense ayıp saydıkları için “kölen olır” deyip saygıda kusur etmezlerdi!
Bir kalıp buz...
“Kaç yaşlarındaydık? Altı mı, yedi mi? Sekiz mi, dokuz mu? Kaç kişiydik, kaç arkadaştık? Dört mü, beş mi? Nereden nereye aklımıza esmiş, nereden nereye o sıcak yaz günü keşfe çıkmıştık! “Hade ula, buz fabrikasına gidah, bahah hele buz nasıl yapıli…” Buzdolabının adının bile Diyarbakır semalarında yankılanmadığı o yıllarda, bizler bir karış boyumuzla henüz “geda”, “çocığ” olduğumuz ya da “legod”, “it enügi” sayıldığımız o yaşlarda, daracık “küçe(sokak)”lerimizde oynayacak oyun bulamadığımızdan ötürü mü böylesine gizemli bir keşfe çıkmıştık? Yoksa Diyarbakır’ın cehennemi “yazı geldiğinde “bi kırtig(azıcık)” buz alabilmek için buzcu dükkânlarının önünde yaşlı, genç, kadın, kız, çoluk çocuk kıran kırana çekişirken, o bir parçacık buza kavuşmanın neredeyse en büyük mutluluk olduğuna inandığımızdan, onu, o dondurulmuş su parçasının kocaman bir kalıbının nasıl, hangi yöntemlerle yapıldığını görmenin en büyük keşif olduğunu mu sanıyorduk ne!
308 öğeden 31 ile 45 arasındakiler gösteriliyor.