"Beş dakika sonra hastahaneden çıkıyorum. Son not. Bu odada başkaları inleyecekler. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum. Üstümden çıkarıp yatağa attığım robdöşambr içinde, ebediyen aynı insan bulunacak: Hasta..."
-Ne iş tutarsın, dedi.
-Kundura yaparım, şu karşıki dükkân...
-Bugün günlerden nedir?
-Cuma...
-Mübarek gün, burada ne oturup durursun?
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Beni bir ter basmış, topuklarımdan çıkıyor.
-Davayı bekliyorum, dedim. İşte böyle ne mânaya geliyorsa.
Arabasına atlayıp gitti. Bir daha da uğramadı. Ama işte derneği açmama sebep olmuştu. Tuttum yeniden etrafı temizledim, örümcekleri aldım, salonu bir güzel kireç badanası yaptım, mis gibi.
Akşama doğru, şöyle karanlık basarken yine önünü sulayıp süpürüyorum. Yine bir alçak iskemle atıp oturuyorum. Bir cıgara yakıp bekliyorum. Kimseler gelmiyor. O ihtiyar çınar ağacına baka baka davayı düşünüyorum.
Yaşamayı unuttuk... Gölge gibi geçtik zamanın içinden. Arada bir durduk tabii. Vitrinlere daldık. Gökyüzünü unuttuk... Yıldızları, ayı, güneşi, mevsimleri bile unuttuk...
Hz. İsa, "ilk taşı günahsız olan atsın" demişti, günahsız ve yarasız kim var ki? Her yaşamın içine biraz yağmur düşer, yaşamak hasar bırakır. Mesele, taşımak için hangi yaralarımızı seçtiğimiz daha ziyade.