Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür.
Bu müzikleri dinleyip de hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkabilenlere, tıka basa yemek yiyenlere, başka basit şeyler konuşup gülenlere şaşıyor, irkiliyordum.
Benim on beş yaşımda yanıma gelen bu hakikat niye elli-altmış yaşındaki adamların semtine uğramıyordu; bu adamlar nasıl, neyle yaşıyor, bu gücü nerden buluyorlardı, hiç anlamıyordum; irkilip duruyordum.
Esas itibariyle, her daim peşinde koşup durduğumuz dinginliği hiçbir zaman bulma ihtimaline sahip olmaksızın sürekli devinim biçimine bürünmesi gerekir hayatımızın: tıpkı bir tepeden aşağıya koşan adam gibi, eğer durmaya çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecektir; ve ancak sürekli koşması halinde ayaklarının üzerinde durabilecektir. Yahut bir parmağın ucunda dengede duran çubuk ya da yörüngesinde hızla ilerlemezse güneşi tarafından yutulacak olan bir gezegen gibi.
Söylediğim bir şeyi savunuyorum mu demektir? Söylemek savunmanın bir biçimi mi? Oysa ben söylediğim her şeyi, yarı yarıya, hem savunmak hem de yerin dibine batırmak istiyorum. Söz aynaysa, yansıtır yalnızca — hiçbir zaman kendisi değildir. İnsanlar bu aynaların düz mü eğri mi olduğuyla ilgilidirler; benimse aynaları kırmak, en büyük zevkim.