Birine kalbinizi açıp içinizi döktüğünüzde, giderken sadece kendini götürmüyor, sanki size ait bir sırrı da yanına alıyor. O zaman artık yalnız bile değil, eksik kalıyorsunuz. Sırf gideni değil, dökülüp kırılıp ortalığa saçılmamış eski halinizi de özlüyorsunuz. Acıklı bir seçim bu ama ne zaman birini gerçekten severseniz, yapmak zorunda kalıyorsunuz. Başkalarına yaklaştıkça kendinizden uzaklaşıyorsunuz. Aşkları, ayrılıkları affediyorsunuz da, sizden bir parça götüreni, hem de aldığı emanetin anlamını, kıymetini bilmeden götüreni bağışlayamıyorsunuz.
Birisiyle kavga ettikten sonra yavaş yavaş aynı teknikleri ve aynı yolları kullanmaya başlarsın. O zaman düşman yenilebilir ama yenildiği zaman artık kendi düşmanın haline gelmişsindir.
Bir çeşit donuk hayat yaşıyoruz; soğuk, kapalı ve mesafeli bir tavır içindeyiz. Hayattan o kadar korkuyoruz ki hayatın bizimle temas kurabileceği her türlü ihtimali öldürüyoruz.
Bazen düşünüyorum da, en gevezelerimiz bile aslında ne kadar az anlatıyor. En açık sözlü sözlü olanlarımız dahi birbirleriyle ancak sislerin, perdelerin, oyunların arkasından, onların zırhına yaslanarak konuşabiliyor. Bazen kırmamak, bazen de kırılmamak için. Galiba mühim olan birine her şeyi tüm açıklığıyla söylemek ve onun hakkında her şeyi öğrenmek değil, birbirinin zaaflarını, korkularını bilip dürtmeden, yaralamadan, kanatmadan, kabullenmeyi becermek. Şu hayatta hepimizin istediği omuzumuzda sıcak bir el ve kulağımızda yumuşak bir ses: "GEÇECEK"