Üç çeşit insan vardır: Bilgisever, ünsever ve parasever insan. Bu üç insanın her birine sor, hangisinin hayatı en hoştur diye: Her birinin kendi hayatını beğeneceğinden emin olabilirsin. Parasever adam diyecektir ki, bilim, şan, şeref karın doyurmaz, bunların verdiği zevk para kazanmanın verdiği zevk yanında hiç kalır. Ünsever, para biriktirme zevkini kaba bulur; bilme zevkini de, insana ün sağlamadıkça, boş, manasız bir heves sayar. Bilgisevere, filozofa gelince, gerçeği olduğu gibi tanıma, durmadan yeni şeyler öğrenmenin keyfi yanında öteki zevkler için ne der? Bunları asıl isteyecek şeyin çok uzağında görmez mi? Zoraki istekler der bunlara ve bunu kelimenin tam anlamıyla söyler; hayat insanı zorlamasa bunlardan vazgeçilebilir demek ister.
İnsanları tarafsız gözlemle.
Her zaman konuşmaktan çok dinle.
Gerektiği yerde sus.
Bilmediğini bilen gibi yapandan uzak dur.
Sen bilirken susma,
bilmezken konuşma.
Bilgiyi elde etmek seni mutlu edecektir.
Asil insan bunu uygular.
Bir garın hafif loş kenarında gelip geçen adımları izliyorum. Hafif loşluğun öptüğü bu yolculuk alameti, sevinçlerle, hüzünlerle ve hayretler ile örüyor duvarlarını... Duvarlarında tik-tak öten saat sesleri, kenarıya bırakılmış samimiyetin tozunu içinde barındırıyor. İlerliyorlar; kimisi koşar ayak, kimisi paytak paytak...
Hayat durmadan akıp giderken; zamanı durdurup o vazgeçilmez günlerimizi, o unutulmaz anılarımızı veya o keyifli dakikaları yeniden yaşamamıza engel olan zaman mıdır? Yoksa daha mutlu olacağımız, daha güzel geçecek dakikalara doğru ilerleyen yahut ilerleyemeyen bizler miyiz? Düşünceler bir garın zaman tınılarında sessizce ilerleyip gidiyor...
Neden sürekli zamana karşı savaş halindeyiz? Neden zamana yenik düşüyoruz? Neden zaman bize bir iyilik yapmıyor da güzel insanlar gibi bahar mevsimi değerinde güzel günlerde, o güzel atlara binip ardına bakmadan kaybolup gidiyor? Trenler, bir başlangıcı ya da bitişi mi uygulamak zorunda daima? Yok mu bunun bir arası...
Bir yaşamı bir kere yaşıyoruz Bırakın gerektiği gibi, kafamıza eseni yaşayalım.. hayat bizim, doğrularımızla, yanlışlarımızla, ve çok daha fazlasıyla; hayat bizim... İnsanların birbirinden farklı ayak tabanlarının sesi yankılanırken bu garda, zaman kamçılarını vurarak izini bırakıyor örümcek ağlarıyla bir duvar kenarına...
Sessizlik beynimde durgun sular
Gibi mırıldanıyor
Gece çöküyor hayata
Yorgun düşüyor bedenim
O anda güneş beyaz ve asil
Bir aya bırakıyor yerini
Bense teslim ediyorum
Güneşten aldığım umudu
Çıplak gözle güzel aydınlığa.
Ne duruyor bedenim yerinde
Ne de aklım
Hınçla vuruyor beynim yüreğime
Susmuyorum konuşmuyorum da
Lakin seviyorum böyle orta halli
Orta şekerli kahve misali .
Bir Rüzgarın Esişinde Uçalım
Bir rüzgarın esişinde uçalım. Alıp götürsün bizi nereye giderse. Tutunduğumuz rüzgarın eteğinde bırakalım; kaygıları, düşünceleri ve hisleri. Bir an olsun kendimizden uzaklaşalım... Ne güzel olurdu değil mi? Bir uçurtma gibi özgür, gökyüzü gibi berrak olmak... Ruhlarımızı sarmalayan bu insansı hevesler, son bulurdu o zaman. Bir kapalılıkta sıkışan ferahlığımız, kendi nefesinde gökyüzünü solurdu. Gözlerimizin gördüğünden çok yüreğimizin duyduğuna kapıldık hep. Tekilliğin ardında daha fazlasını aradık... Bir olduysa iki, iki olduysa üç, beş olduysa on... İstek, arzu, heves... Ama artık bir rüzgarın esişinde uçalım... Bırakalım eteklerinde neyimiz var, neyimiz yoksa. Sırtımıza ağır gelen yükler, fikrimize derin gelen düşünceler, Olmaya hayal gelen heveslerle birlikte olurları da bırakalım... Uçalım ne halimiz varsa...
Müsekkin Dergisi Yazarı
instagram.com/musekkindergi?i...
Gece midir sessizliği boğan,
Yahut sessizlik midir geceyi çürüten?
İpliklerle örülmüş şu kalp atışımız
Beklemek mi zorunda hızlı atışlarını
Göğün soluğunda öptüğüm şu mavi ten
Sonsuz bir sevdanın şafağına söküyor
Ve sevgi diye dilenen yüreğin fiili
Eksik cümlelerin arasında kayboluyor...
Müsekkin Dergisi Yazarı