Ermeni yazarın öyküleri hepsi acıyı, hüznü ve de samimiyeti barındırıyor. Hepsinin hemen hemen ortak noktası kendi ülkelerinden uzakta, başka bir coğrafya acı çeken, sıla özlemi çeken, zor durumlarda kalan insanların oluşu.
Ben genel itibariyle o samimiyeti vermeleri itibariyle öyküleri başarılı buldum. Kitaba adını veren öykü başta olmak üzere bizden biri gibi hissettim okurken. Aslında insan her yerde insandır. Acı çekebilen, ülkesinden uzakta olduğu takdirde benzer sıkıntılar yaşayan, aynı şeylere hüzün duyabilen et parçalarıyız. Adımız, dinimiz, dilimiz kısacası kimliğimiz farklı olsa da sevinç ve hüzün duyduğumuz şeyler aynı aslında. Bu öykülerin özeti de bu cümlelerde saklı aslında.
Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir. Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.
Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?
Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir. Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.
“Bazı insanlar bir şey anlatmak istediklerinde konuşurlar, bazılarının bir şey anlatmak için konuşmaya ihtiyaçları yoktur.” dedi annem.
“Hiçbir şey söylemezsen nasıl konuşursun ki?” diye merakla sordum. “Sözsüz konuşursun. Biz daima sözsüz konuşuyoruz.”
“Öyleyse kelimeler ne işe yarıyor?”
“Çoğu zaman hiçbir şeye. Çoğu zaman da asıl söylemek istediklerini gizlemeye ya da bilinmesini istemediklerini saklamaya yararlar.”
“Peki onlar da konuşuyor mu?”
“Sanırım konuşuyorlar. Oturup kahve ve sigara içiyorlar. Ağızlarını hiç açmıyorlar, yine de devamlı konuşuyorlar. Birbirlerini anlıyorlar, bunun için ağızlarını açmaya ihtiyaçları yok, çünkü saklayacak bir şeyleri yok.”