“Bazı insanlar bir şey anlatmak istediklerinde konuşurlar, bazılarının bir şey anlatmak için konuşmaya ihtiyaçları yoktur.” dedi annem.
“Hiçbir şey söylemezsen nasıl konuşursun ki?” diye merakla sordum. “Sözsüz konuşursun. Biz daima sözsüz konuşuyoruz.”
“Öyleyse kelimeler ne işe yarıyor?”
“Çoğu zaman hiçbir şeye. Çoğu zaman da asıl söylemek istediklerini gizlemeye ya da bilinmesini istemediklerini saklamaya yararlar.”
“Peki onlar da konuşuyor mu?”
“Sanırım konuşuyorlar. Oturup kahve ve sigara içiyorlar. Ağızlarını hiç açmıyorlar, yine de devamlı konuşuyorlar. Birbirlerini anlıyorlar, bunun için ağızlarını açmaya ihtiyaçları yok, çünkü saklayacak bir şeyleri yok.”
Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir. Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.
Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?
Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir. Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.
Ermeni yazarın öyküleri hepsi acıyı, hüznü ve de samimiyeti barındırıyor. Hepsinin hemen hemen ortak noktası kendi ülkelerinden uzakta, başka bir coğrafya acı çeken, sıla özlemi çeken, zor durumlarda kalan insanların oluşu.
Ben genel itibariyle o samimiyeti vermeleri itibariyle öyküleri başarılı buldum. Kitaba adını veren öykü başta olmak üzere bizden biri gibi hissettim okurken. Aslında insan her yerde insandır. Acı çekebilen, ülkesinden uzakta olduğu takdirde benzer sıkıntılar yaşayan, aynı şeylere hüzün duyabilen et parçalarıyız. Adımız, dinimiz, dilimiz kısacası kimliğimiz farklı olsa da sevinç ve hüzün duyduğumuz şeyler aynı aslında. Bu öykülerin özeti de bu cümlelerde saklı aslında.
"En iyi insanlar ödleklerdir. Asla bir bankayı soymayı düşünmezler. Akıllarından bir suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Ödlekler iyidirler, ilginçtirler; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar."
Delirmek bizim ailenin özelliklerinden biriydi. Bir erkek delilik geçirinceye kadar hala çocuk sayılırdı. Eğer hiç geçirmemişse, geçirenle bir olmazdı. İçimizde deliliğe yakalanmadan otuzunu bulan pek azdı. Yüzyıldan fazla bir süredir ailede hayatını hiç delilik geçirmeden tamamlayanların sayısı iki veya üçtü. Birçokları bu yolculuğa birkaç kez çıkmışlar, akılları gidip gelmişti. Ondan sonra da onlara bilge kişi, hatta ve hatta kutsal kişi gözüyle bakılmıştı, sanki Kudüs'e hacca gitmişlerdi. Aslında bir bakıma öyle de denebilirdi.