Sebastian Knight 1899 yılının 31 Aralık günü,
yurdumun eski başkentinde dünyaya geldi.
Kestiremediğim nedenlerden ötürü adının açıklanmasını
istemeyen yaşlı bir Rus hanım, bana bir gün Paris'te eskiden
tuttuğu günlüğü göstermişti. O yıllar –anlaşılan– öylesine olaysız
geçmiş ki, gündelik ayrıntıların dökümü (kişinin kendini
ölümsüzleştirmesinin en biçare yolu) günün hava durumunu
kısaca not etmekten ileriye gidememiş. Düşünülecek olursa,
hükümdarların özel günlüklerinde de –ülkelerinde ne türlü karışıklıklar
hüküm sürerse sürsün– genel olarak aynı konuya ağırlık
verildiğini görmek ilginçtir. Belli bir şeyin peşine düşülmediği sürece
talihin insanın yoluna neler çıkaracağı hiç bilinmez; kendi seçimimle
izini sürdüğüm bir hedef olsa belki de hiçbir zaman ele geçiremeyeceğim
bir şey duruyordu işte önümde. Bu sayededir ki Sebastian'ın doğduğu
günün sabahının güzel, esintisiz bir sabah olduğunu, ısının
(Réaumur ölçeğine göre) sıfırın altında on iki derece olduğunu
söyleyebiliyorum size... ne var ki, kadıncağız ancak bu kadarını
kayda değer bulmuş. Aslına bakarsanız adını gizli tutma
kaygısına boyun eğmeyi de gereksiz buluyorum.
Bu kitabı okuması epeyce uzak bir olasılık.
Adı Olga Olegovna Orlova'ydı, hâlâ da öyle; yumurta yuvarlaklığında
böyle bir ses uyumunu sizden saklamak yazık olurdu doğrusu.
"Sana anlatılanın aslında üç aşamalı olduğunu unutma; önce anlatan tarafından biçimlendiğini, sonra dinleyen tarafından yeniden biçimlendiğini, öyküdeki ölmüş adamın her ikisinden de sakladığı şeyler olduğunu. "
Aslına bakarsanız yaşamı iki döneme ayrılabilir - önce kırık dökük İngilizce’yle yazan yavan bir adamdı sonra yavan bir İngilizce’yle yazan kırık dökük bir adam oldu.
Babamınki ancak amacına ulaştıktan sonra başka amaca yönelen sürekli bir arayıştı. Onunkiyse isteksiz, maymun iştahlı, hercai, kâh yolunu şaşıran kâh peşinden koştuğunu takside şemsiyesini unuturcasına unutuveren bir arayıştı.
Sebastian’ın yaşamının anahtar sözcüğü yalnızlık idi; kader, istediğini sandığı şeyleri bir bir yoluna çıkarıp yabancılık çekmemesini sağlamaya çalıştıkça bu çerçeveye - ya da herhangi bir çerçeveye- sığma konusundaki yetersizliğini daha iyi fark ediyordu.
Hiç başaramamış, çabalamayı sürdürmüş, sonunda ona ihanet eden şeyin biçimsel ayrıntılar ya da o sıra moda olan argo terimler değil, ötekiler gibi olmak ve davranmak çabası olduğunu fark etmişti. Oysa kendisi mucizeli bir biçimde kendi benliğinin tutsaklığına yargılanmıştı.