En büyük romanlar binler ve binlerce minimini organizmadan oluşan mercan resifleridir, kırılgan görünümlerine karşın, denizin darbelerini dizginlerler.
Sanatların her biri dolu dolu var olabilmek için, diğerlerinden farklı bir sanat olabilmek için, kendisinden başka kimsenin veremeyeceği zevki sağlamalıdır.
Sanat gündelik yaşamın gerçeğinden ve bizi kuşatan bayağılıktan özgürleşmek, yaşamımıza bir anlam verebilmek içindir. İnsanoğlu tekdüzelikten, adilikten, gevşeklikten kaçış yolu arar durur.
Ruhumuzun ta derinine işleyen tablolar, "tablo seyretmeye" gittiğimiz müzedekiler olmayabilir de, belki hayatın bizi çok daha farklı kaygılarla sürüklediği bir odadaki önemsiz bir resim olur. Konserdeki müziğe dikkat etmeyebiliriz de, sokakta, kendi düşüncelerimize dalmış giderken bir âmâ çalgıcıdan işittiğimiz notalar gelip ruhumuzun bam telini titretir.
Yıllar geçtikçe külleneceğine, giderek alevlenen, böylesine sevginin, böylesine saygının, insanlık tarihinde örneği yok.
...
Vefatından neredeyse bir asır sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider yok.
Devlet tiyatrosu sanatçıları ve şairler, Mustafa Kemal Atatürk'ü anlatan özlü sözlerle naklen yayına katıldılar.
Behçet Kemal Çağlar mesela...
"Fikir ölür mü?
Eser ölür mü?
Millet adam ölür mü?
Bayrak adam ölür mü hiç?
Biz bu toprağın üstünde duranlar, biz o emaneti alanlar, doğum tarihimiz kaç olursa olsun, hep birden 19 Mayıs 1919 tevellütlüyüz.
Nüfus tezkerelerimizde doğum yerimiz neresi gösterilirse gösterilsin, hepimiz Dumlupınarlıyız, hepimiz Sakaryalıyız" diyordu.
Profesör Mutlu pamuk tabakasını yavaşça kaldırdı. Mustafa Kemal Atatürk'ün yüzü ortaya çıktı.
Hiç bozulmamıştı.
Teni bronzdu.
Altın saçları rengini kaybetmemişti.
Kalın kaşlarından birkaç tel kopmuştu...
Sol göz kapağının üstüne düşmüşlerdi.
Sakalı hafif uzamıştı.
İnce dudakları yapışıktı.
15 sene önce Dolmabahçe'de yatağında uyur gibiydi.