Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Sıla

Çiğdem Hanım bir yanıyla en yakınlarımla bile paylaştığımdan çok daha fazlasını bildiği için beni en iyi tanıyan, bir yanıyla da minicik bir odanın dışında hiç görüşmediğimiz için -o evlere şenlik karşılamayla karanlıkta yan yana geçirdiğimiz iki acayip saat sayılmazsa- tümüyle yabancı biriydi. Karşısında soyunmak da, çıplaklığıma alışmam da kolay olmadı. Özellikle ilk seanslarda tepemi en çok attıran şeylerden biri, bana kendimi zavallı hissettirmek konusundaki özenli çabasıydı. Ne zaman yeni bir fotoğraftan söz açsam, gözlerimin ta içine bakarak dinliyor, sonra da en müşfik sesiyle, "Bunu yaşamak zorunda kaldığınız için çok üzgünüm" diyordu. Bir; kimsenin benim için çok üzgün olmasından hazzetmiyordum. Tüm hayatımı acınacak biri gibi görünmemek gayesi üzerine inşa etmiş ve galiba tam da bu nedenle hiç tanımadığım birine kendimi acındıracak meczupluk makamına erişmiştim.
Reklam
Eskiden, zırhımı bedenimin doğal bir uzantısı saydığım yıllarda, ağlamamaya öylesine şartlanmıştım ki, zamanla gözyaşının nasıl çağrıldığını unuttuğumun farkına varamadım. Bir gün artık ağlamadığımı değil, ağlayamadığımı anladığımda şaşırdımsa da pek umursamadım. Fakat Çiğdem Hanım'ın kalbimin magmasına çomak soktuğu terapilerle birlikte işin rengi değişti. Dolup da taşamadığım o süreçte, gözyaşı denen müstesna deterjanın içimin mahzenlerin yıkabileceğine ikna olarak, küsüp giden yaşlarımın gönlünü almanın yolunu aramaya başladım. Çiğdem Hanım'ın, "Rahat bırakın kendinizi, sıkmayın" telkinlerine rağmen sonuç fiyasko oldu, bulamadım. Sanki gözlerimin ardında fiziksel bir bariyer, bir gözyaşı barajı vardı da, yükselen damlacıklar oraya takılıyor,
Kapatmak istiyorum. Ama hayır, kapatmak istemiyorum. Uzatıyorum. Boş boş konuşup, kapatmamak için gereksiz yere uzatıyorum. Uzattıkça karşımdakinin benden sıkıldığını düşünüp tedirgin oluyorum, yine de kapatamıyorum. Rahatsız ola ola uzatmaya devam ediyorum. Hep konuşmam gerekiyor. Komik şeyler söylemem, karşımdakinin dikkatini canlı tutmam, çok konuşmam, çok konuşmam, çok konuşmam gerekiyor. Yoruluyorum. "Neden böyle yapıyorsunuz? " "Yapmazsam sıkılırlar çünkü. " "Kim?" "Telefondakiler. Bahçedekiler. Okuldakiler." "Sıkılırlarsa ne olur? " Cevap dilimin ucuna gelince çenem titremeye, gözlerim yanmaya başlıyor.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
O yıllardan bu yana çoğu hasletimi derinlere sakladım, bir o kadarını da yavaş yavaş budadım. Ancak öfkelendiğimde yıkıcı hisleri içeri yığmaya çalışsam da, dışarıya karşı alınmak, küsmek, kaçıp saklanmak gibi olgun sayılamayacak tepkiler vermekten kurtulamadım. Şimdi yine suskundum.
Bazen yalnızlık her şeyi öyle seyreltir ki, duru bir bakışla görüp seçiverir insan kendine benzeyeni. Sonra ona sarılır ve bir daha asla bırakmak istemez.
Reklam
Aslında, görünür nedenler farklı da olsa, anne ya da babanın çocuğu kabul edememesinin temelinde, ana-babalığı benimseyebilecekleri bir duygusal olgunluk düzeyine ulaşamamış oldukları gerçeği yatar. Bu ana-babalar, çocuklarında gözlemledikleri sorunlardan yine çocuklarını sorumlu tutarlar. Oysa, ana-baba ve çocuk arasındaki sorunların başlangıç noktası her zaman ana-babadır.
Kimi ise vaktiyle annesi ya da babası ile yaşayamamış olduğu yakınlığı çocuğu ile gerçekleştirebileceği sanısına kapılır ve bu beklentilerini çocuğun yerine getirmesini bekler. Bazı ana-babalar, çocuklarına kendi anne ya da babalarının adını vererek bu durumu somutlaştırırlar.
Bebeklikten yetişkinliğe giden yol, kişiliğin duygusal ve zihinsel yönlerinin sürekli gelişmesi ve olgunlaşmasıyla aşılır. Ancak, insanda kişiliğin bazı yönleri belirli bir aşamada takılır ve gelişimini sürdüremez. Bunun sonucu, o insanda bazı olgunlaşmamış kişilik özellikleri yaşam boyu varlıklarını sürdürür ve karakter yapısının bir bölümünü oluştururlar. Böyle bir kişilik, uyumlu bir bütünleşmeden yoksun kalır. Biyolojik olgunlaşma ile duygusal tepkiler, duygusal tepkiler ile entelektüel gelişme arasında bir uyuşmazlık görülür. Orta yaş dönemine ulaştığı hâlde delikanlı davranışları gösteren, mesleğinde üstün başarı sağladığı hâlde kişisel ilişkilerinde ilkel tepkiler veren insanlara sıklıkla rastlarız. Bir görüşe göre, bu gibi durumlar belirli bir gelişim döneminde aşırı doyum sağlanması ve çocuğun bu dönemi bırakmak istemeyişi sonucu ortaya çıkar. Bir diğer görüşe göre ise aynı durum, belirli bir dönemde ihtiyaç karşılanmaması ve doyum bulamama sonucu görülür. Aslında, ihtiyaçların aşırı karşılanması kadar, gereğince karşılanmaması da çocuğa verilen hasar yönünden benzer sonuçlar doğurur.
Sezgi yoluyla algılama yetişkinlerde de vardır, ama çoğu insanda bu, düşünce ve duygular tarafından örtülür. Çoğu kez bir insana ya da duruma ilişkin ilk izlenimimiz, birkaç saniye de sürse, yerinde ve doğrudur. Sonradan o kişiye ya da duruma ulaştı geliştirdiğimiz yargı, düşünce ve duygularda yanılgı payımız daha çoktur.
Bir insanın kendine güvenmesi çocukluk yıllarında çevresine duyduğu güvenle başlar. Bu duyguyu sonradan, kendinden elde edebilmesi oldukça güçtür.
Reklam
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar.
Kadercilik ve uyuşukluk, çevreyle baş edememenin doğal sonuçlarıdır. Deneysel olarak aşırı yüklemeye maruz bırakılan bir kobay da sonunda sessizce bir köşeye çekilir ve ayaklarını ağzına götürerek amaçsızca çiğner.
Geleneksel toplumlarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve insanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirirler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabilmesine ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına öncelik tanır. Bir başka deyişle, bir insanın gerçek kimliği, yaşadığı olayların ne olduğuna değil, o olayların kişi tarafından nasıl yaşandığına göre belirlenir. Kendisini geleneksel değerlere yönetmeye alışagelmiş insanlar birden bundan yoksun bırakılıp kendi varoluş sorumluluğu ile yüzleşmek zorunda kalırsa “kimlik bunalımı” denilen olgunun yaşanması da kaçınılmaz olur.
İnsan doğaya olan bağımlılığından kurtulabilmek için diğer insanlarla bir araya gelerek teknolojiyi geliştirmiş, ancak bu kez de onun tutsağı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmıştır.
Unutulmamalıdır ki, toplumların oluşumu insana savaşı öğretmiştir, ama aynı zamanda diğer insanlara karşı duyduğu ilginin de gelişmesine neden olmuştur.
64 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.