….Bununla birlikte, aynı doğrultuda, daha az tartışılan fakat daha ihtilaflı ve bütün hatları ile nispeten daha başarılı bir arayış daha vardı: toplumsal özgürlük, bilhassa toplumda haklarından mahrum edilmiş unsurların haklarının geri verilmesi. İslam, prensipte güçlü bir eşitlikçi niceliğe sahiptir. İslami eserler ve gelenek, herhangi bir şüpheye mahal vermeyecek şekilde miras kalmış her türlü toplumsal ayrıcalığı reddeder ve kınar. İster ırksal ister toplumsal olsun, rütbe ve itibarı belirleyen liyakat, onur ve şahsi başarıdır, nesep değil. Fakat gerçekte, diğerleri gibi Müslümanlar da elde ettikleri başarıları çocuklarına
aktarma konusunda can atarlar. Bu nedenle, doğum ve statü ile sağlanan ve güce ve zenginliğe dayanan, kendini tekrar eden bir yeni elitler yaratma eğilimi vardır. Toplumsal eşitsizlikler İslam yüzünden değil, ona rağmen ortaya çıktı ve yakın geçmişe kadar, sınıflar arasındaki sosyal sınırlar Hıristiyan Avrupa'ya kıyasla daha esnek ve daha geçirgendi.
Fakat, İslami öğretide statüsel ya da sınıfsal eşitsizlikler prensipte reddediliyorken, pratikte bu daha gevşektir, İslam şeriatı tarafından onaylanmamış ama düzenlenen ve uygulanan başka eşitsizlikler vardı. Üç temel eşitsizlik vardır: erkek ve kadın arasında, inanan ve kafir arasında, hür ve köle arasında.
Türkiye'de arzu ve azim varlığını koruyor. Kendini tekrar eden krizlere ve 1960'lardan itibaren gerçekleşen üç askeri müdahaleye rağmen, Türkiye demokratik değerlere bağlılığını sürdürmektedir. Üç askeri rejim de kendi iradesiyle geri çekilmiş, anayasal ve parlamenter yönetimin restorasyonuna izin vermiştir. Samuel Huntington'ın basit ama etkili tanımı, İslam Konferansı'ndaki 51 üyenin arasında sadece Türkiye'yi kararlı bir demokrasi olarak nitelendiriyor:iktidarın iki kere seçim yoluyla devredildiği bir rejim.İkinci devir hayati önem taşıyor. İktidardaki gücün, suç işleyerek yahut yanlışlıkla kendisini koltuğundan edecek bir seçime gitmesi olasıdır. Bunu başaranların, bu örneği esas alarak, geldikleri aynı yoldan geri gitmeye hazır olup olmadığı ileride anlaşılacak.
Fakat Müslüman hükümdar bir otokrat olmasına rağmen, tam bir despot değildi. Her zaman, hem teoride hem de büyük ölçüde pratikte, İslamiyet'in kutsal yasasına tabiydi. On sekizinci yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı padişahının fiili otoritesi; ulema, yeniçeriler ve ayanlar gibi köklü ve güçlü gruplarla sınırlıydı. Ancak bu grupları temsil edecek kurullar yahut yapılar bulunmuyordu. İslam hukuku hiçbir kurumsal tüzel kişiyi tanımaz. İslam tarihi hiçbir konsey, kolektif, sinod, parlamento ya da seçilmiş ve temsili bir meclis olmadığını göstermektedir. Hukuk bilginlerinin çoğunluğun kararı ilkesini hiç kabul etmemiş olmaları ilginçtir. Müşterek, kolektif bir karar alma prosedürüne ihtiyaç duyulmadığı için bunun bir anlamı yoktu. Cennette bir Tanrı vardı ve tekti. Yeryüzünde mahkeme yoktu ama tek bir yargıç vardı, bir devlet yoktu ama tek bir hükümdar vardı.
Bu eski otokrasi ve teslimiyet geleneği ilk olarak Fransız Devrimi'nde ortaya çıkan fikirlerin etkisi ile ihlal edildi.
Halklar ve uluslar, özgürlüğün koruması altında saadete kavuşurlar. Özgürlük olmadan asayiş olmaz, asayiş olmadan gayret, gayret olmadan refah, refah olmadan saadet olmaz.
Petrolün getirdiği, eşit dağılmayan muazzam -hatta öngörülemez düzensizlikteki- yeni zenginlik, hem ülkelerin arasını hem de ülkelerin içişlerini karıştırdı. Zengin ve fakir arasındaki uçurumu giderek açtı, yeni zevkler ve yeni hırslar yarattı, onları doyurabilecek şeyleri yarattığından daha hızlı bir şekilde. Teknolojik eşitsizlik devam etti.
Muhakkak ki yirminci yüzyılın en önemli yabancı teşebbüsü, petrolün bulunması ve sömürülmesiydi. Petrol, Ortadoğu devletlerinin emrine amade devasa bir kazanç barındıran topraklarda bulunuyordu. Orta Çağ'da bile Müslüman ordular Avrupalı silahlara hayrandılar ve Avrupalı tüccarlar bu silahları belli bir ücret karşılığında onlara temin etmeye her zaman hazırdı. Selahaddin Eyyubi, Bağdat'taki halifeye yazdığı bir mektupta, Avrupalı tüccarların ona en güncel silahları temin ederek kendi yenilgi ve yıkımlarına nasıl katkıda sağladığını anlatır. Birkaç yüzyıl sonra, Avrupalı tersaneler, tüfek döküm ustaları ve diğer savaş silahı üreticileri, Osmanlı'nın Avrupa'nın kalbine kadar ilerleyebilmesine katkı sağladı. Petrol satışından elde edilen muazzam servet, Ortadoğu devletlerine Batı silah endüstrisinin en modern ve en ölümcül ürünlerini elde etmesini sağladı ve Saddam Hüseyin örneğinde olduğu gibi onları dilediği gibi kullanabilmesine olanak verdi. Saddam Hüseyin Batı dünyası ile savaşmak için Batı silahları satın alırken asırları aşan bir geleneği takip ediyordu, o silahları ona satanlar da.
1798'de General Napolyon Bonaparc emrindeki Fransız seferi kuvvetinin Mısır'ı işgali, Batı etkisi tarihinde yeni bir sayfa açtı. Hem Batılı hem de Ortadoğulu tarihçiler bu hamleyi tarihte bir dönüm noktası olarak kabul ettiler: Modern Batı'nın Ortadoğu'ya ilk silahlı girişi, İslam dünyasının kendi kendine yeten rehavetinin yaşadığı ilk şok, Batılılaşma ve reform için ilk itici güç. Bütün bunlar, Türklerin kuzeydeki yenilgilerinden veTürklerin bunlara verdiği karşılıktan sonra bir dereceye kadar bekleniyordu. Fakat önemi hala ham sayılır derecededir. Bonapart, Müslümanlara Avrupalı bir ordunun ne kadar kolayca İslamiyet'in kalbine girebileceğini, orayı işgal edebileceğini ve hükmedebileceğini gösterdi; Britanyalılara ise düşman bir gücün Hindistan'a varan
karayolunu nasıl kolayca kesebileceğini. Her iki taraf da farklı şekillerde ders çıkardı, çıkarımlar yaptı ve harekete geçti. Fransızların bu askeri seferi, Arap topraklarına hem akut bir etki-tepki sorunu getirdi hem de bu topraklar üzerinde bir buçuk yüzyıl boyunca sürecek, doğrudan Anglo-Fransız müdahalesinin başlangıcıydı.
Türkler gerçekten fatih olarak geldiler. Fakat İslamiyet'e geçip asimile oldular ve sendeleyen bir toplum ve devlete yeni bir güç ve canlılık getirdiler. İslamiyet, bu güçle batıdan gelen başka bir istilayı, Haçlı seferlerini durdurmayı ve püskürtmeyi başardı.Yine de hem batıdan hem doğudan yeni ve ölümcül darbeler birbirini peşi sıra takip edecekti. Müslüman Ortadoğu, silah gücüyle yabancılar tarafından iki kez mağlup edildi ve işgal edildi. Eğer eski medeniyeti yok etmeselerdi, onu devam ettirenler güvenlerini yitirmeyecek ve yeni yollar aramaya çıkmayacaklardı. Birincisi,
Bağdat halifeliğini sona erdiren ve Hazreti Peygamber'den bu yana ilk kez İslam topraklarının bir bölümünün, gayrimüslim yönetime tabii tutulmasına neden olan Moğol istilasıydı. İkincisi, modern Batı'nın etkisiydi.
Türkler ilk başta Ortadoğu'ya asker ve fert olarak geldi ve kısa süre içerisinde İslam ordularına hakim oldular. On birinci yüzyıl da, fatih ve sömürgeci olarak geldiler ve İslamın can evinde, merkezi İran'da olan yeni bir imparatorluk kurdular.....Türkler, önceki istilacıların başarısız olduğu yerde başarılı oldu ve Avrupa sınırını daha da öteye götürerek Anadolu'yu İslam alemine kattılar......Ortadoğu'nun hemen hemen her yerinde, Türkler, azınlık olsalar da, iktidar unsuru oluşturdular.
Çölden gelen fetih, Ortadoğu tarihinde tekerrür eden bir temadır. Birçok yerleşim, istila ve göç dalgası bayındır topraklara doğru olmuştur. İlkçağdaki Akadlar, Kenanlar, Aramiler ve İbraniler, Arap yabanından çıkıp gelen Sami halklardır; diğerleri ise Asya'nın kuzeyi, güneyi ve ortasındaki sarp arazilerden gelen topluluklardır. En son ve büyük Sami istilası yedinci yüzyıldaki Müslüman Araplarınkidir, bozkırdan gelen en büyük istila ise on üçüncü yüzyılda, bazı tarihçilere göre artık istilalara bir son veren Moğollarınkidir......Moğollar, ne zaten gelmelerinden çok önce altın günlerini geride bırakmış olan Arap medeniyetini yok etti ne de İslam medeniyetini; hatta İslam medeniyeti büyük oranda Farslılaşmış bir halde, hükümdarlıkları altında yeniden serpilebildi......
İslam medeniyeti yok olmadı fakat bozkır halklarının gelişiyle muhakkak ki dönüştü.
...ki böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan, "Tanıştığımıza memnun oldum," demek beni öldürüyor. Ama, hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.
Tüm düzen, hayatlarının şu ya da bu döneminde çevrelerinin onlara veremediği şeyleri arayan insanlar için kurulmuştur. Veya çevrelerinin onlara sağlayamadığını sandıkları şeyleri arayan insanlar için.
Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum, olanaksız bir şey bu, ama yine de pek fena olmazdı.