Hangi ay olduğunu anımsamıyordum, hatta yılını bile. Yalnızca bu anının içimde yaşadığını biliyordum; mutlu geçmişin kusursuzca mumyalanmış bir parçası; yaşamlarımızın dönüştüğü bu gri, boş tuvale atılan rengârenk bir fırça darbesi.
Fakat Londra'daki hayır nehri gürül gürül akıyor olmasına rağmen başını sokacak bir yeri olmayan kimsesiz insanların kolay kolay erişemeyeceği gizli bir oluktan aşağıya dökülerek sessizce kaybolup gidiyor.
Piskoposun daha önce hiç görmediği birinin namusuna dolaylı yollarla da olsa gölge düşürebilecek sözler sarf etmesi beni hakikaten çok sinirlendirmişti.
Sorun, babanın dünyayı siyah-beyaz görmesiydi. Ve neyin siyah neyin beyaz olduğunu karar verişinde. Hayatı böyle yaşayan birine duyduğunuz sevgiye mutlaka korku eşlik eder. Belki biraz da nefret.
Anlamıyorsun. Üstelik bu yüzden sana kızmıyorum bile. Çünkü sen benim yaşamak zorunda kaldıklarımı yaşamadın. Hiçbir zaman bir saman çöpünü bir ağaç kütüğü şeklinde görecek kadar büyük bir umutsuzluğa kapılmadın.
Biliyor musun Viktor? Umut, insanın ayağına batan bir cam kırığı gibidir. Ayağında bulunduğu müddetçe, attığın her adımda canını yakar. Çıkarılıp atıldığında ise bir müddet kanar, iyileşmesi biraz zaman alır fakat sonunda yürümeye devam edersin.