Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Sanatsal anlatımın zirve yaptığı satırlar.
Bir iki düdük sesi, sonra bir ifritin nefes alışına benzer bir soluma… Ve tren durdu. Havasını sert aydınlığı ile kıran sert lâmbaları ile, sağa sola koşuşan yolcularının telâşı ile, yüksek, alçak bir yığın insan çığlığı ve eşyanın sükûneti ile bu uykusuz ve sarsıntılı gecenin çocuğu istasyon, yattığım yerden bana her şeyin silindiği, kaybolduğu
Sayfa 134Kitabı okudu
Tanpınar'da Görünmeyen
"(...)Şu soruyu sormuştu Tanpınar: "Neden geçmiş bizi bir kuyu gibi çekiyor?" Nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde Nietzsche söylemişti sanırım: "İnsan bir kuyuya bakarsa, kuyu da ona bakar." Suyu çekilmiş, kurumuş bir kuyu olmalı Nietzsche'ninki. Tanpınar'ın kuyusunun dibinde ise hep bir su birikintisi vardır; tıpkı bir ayna gibi, bakana kendi yüzünü yansıtır(...)"
Sayfa 14 - MetisKitabı okudu
Reklam
Güvercinler bu ikindi sıcağında yeme karşı isteksizdiler. Onun için alçaktan, isteksiz isteksiz ve sanki teker teker uçarak geliyorlardı. Havada mavi bir mendil tutan bir hokkabaz eli gibi yine şaşırtıcı, tutulmaz hareketleriyle uçuyorlar; fakat keyifleri yerinde ve iştahlı zamanlarında olduğu gibi hep birden o lodos dalgası hızıyla yükselmiyorlar, boşlukta kendi üstlerinde bir hava hortumu gibi dönüp, sonra yine boşlukta birdenbire görünmeyen bir yalı duvarına, bir rıhtıma rastlamış gibi hızları kırılıp yere inmiyorlardı. (...) Oburluklarına, insan sevgisini fazla istismar etmelerine rağmen, güzel şeylerdi. Bilhassa insana itimat etmeleriyle güzeldiler. İnsanoğlu böyleydi; kendisine emniyet edilmesinden hoşlanırdı. Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcısı vasıflarında içten doyuran duygu idi. Kısa ve ıstıraplı ömrüne, budalalığına ve hodbinliğine rağmen bu sakat ve eksik doğmuş tanrı, bu emniyeti kendisi için tek ibadet bilirdi. Buna rağmen onu yalancı çıkarmaktan da hoşlanırdı. Çünkü değişmesini, kendisini ayrı ayrı anlarda, vaziyellerde idrak etmesini de severdi. Çünkü hodbindi; çünkü içindeki konuşma bir taraflı değildi.
Sayfa 44 - Birinci Bölüm, İhsan, VKitabı okudu
Tanpınar'da Görünmeyen
Tanpınar, bölünmüş bir dünyanın romanlarını yazdı. Geçmişle bugünün, rüya ile dış dünyanın, aşkla tenselliğin, derinlikle yüzeyin; kendi simgeleriyle söylersek Boğaz ile Beyoğlu’nun, Leylâ ile Marie’nin uzlaşamadığı, iki dünya arasında hiçbir geçişin mümkün olmadığı romanlar. Tanpınar bu uzlaşmazlığı, dış dünyayı ve yüzeyleri rüyanın içine çekerek, nesnelerin kendi yüzlerini silerek, onları derin ve yoğun bir dille kuşatarak aşmaya çalıştı: Bölünmüşlüğün çözümünü, sanatın uyum ilkesinde aradı. Ama bu uyum arayışının, uyumda direnmenin ardında, bugün bizim anlamakta güçlük çekeceğimiz, artık bizden uzaklaşmış, uzağımızda tutmaya çalıştığımız bir acı olduğu düşünülebilir. Rüya biter, büyü bozulur, ayna kırılır; o zaman artık deneyimin de nesnesi kalmaz. Bu yüzden Tanpmar'da dışarısı yoktur aslında. Dışarısı ancak rüyanın içine çekilebildiği, öznenin nesneyle imgesel birlik umudunu beslediği ölçüde var olur. Rüyanın dışında, dışarıda ise koskoca bir boşluk vardır. Ölümün, yalnızlığın eşlik ettiği bir boşluk. Tanpınar'ın romanları hep bu boşlukta biter.
Tanpınar'da Görünmeyen
Tanpınar’ın romanlarında kadınlar, geri dönülmek istenen bir geçmişin, sürekliliği kurulmak istenen bir kültürün ya da ulaşılmaya çalışılan bir bütünlüğün, hemen her zaman kendilerini aşan bir hakikatin simgeleri olarak çıkar karşımıza. Sevilen kadın, geçmişi açacak anahtardır; geçmiş, sevilen kadının çehresinde kendini gösterir. Bütün bunlar, geçmiş, kültür, aşk, hepsi iç içe yaşanan, organik bir bütünlük oluşturan, birbirinden ayrılamayacak yaşantılar, birbirini yansıtan aynalar, yitirilmiş imgesel birliğin ifadeleridir. Her biri, ancak bir diğeri mümkünse gerçekleşebilir. Huzur'da Nuran, Mümtaz için "bütün eski ve güzel şeylerin" simgesidir: Boğaz, Mahur Beste, Türkçe’yi teganni eder gibi konuşmak, bunların hepsi Nuran'da cisimleşmiştir. Sevgiliye, eski musikiye ya da geçmişe duyulan hasret ortak talihi olan tek bir yaşantıda birleşir: "... artık ne İstanbul'u, ne Bo- ğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bulamazdı." Sanatı, doğayı ve sevdiği kadım tek bir gerçekmiş gibi yaşar o zaman Mümtaz, "büyüye ve rüyaya yakın bir kıyaslar âlemini tek bir realite gibi yaşadığını" fark eder.
Tanpınar'da Görünmeyen
Taştan düş, yokluktan zenginlik, uyumsuzluktan uyum çıkarmış; yokluğu, sanatı besleyen bir kaynak haline getirmiştir Tanpınar. "Güzel öldü... Güzelle beraber insanı da öldürdük!" Tanpınar'ın güzel romanlar yazmadığını söylemek çok zor. Uyum öldü, yaşasın uyum! Yokluğun, parçalanmışlığın, kaybın karşısına biçimi çıkarmış, karanlıktan aydınlık bir dil bulup çıkarabilmiştir Tanpınar. Kaybı dile getirişi bile bir "güzel" sanat savunusudur. Her şeyi daha derindeki bir "asıl"a iade eden, varlığı topyekûn içine alan bir bütünlüğü hatırlatan; zengin, doymuş, doyuran bir dil. Yok olup gitmiş bir geçmişe, dilsiz doğaya, susan taşa karşı borcumuzu ödediğimizi düşündüren bir şey var burada. Sanatın kurtarıcı tarafı, sunduğu teselli belki de budur: Yokluktan zenginlik çıkabilir, yoksunluk güzelliğe tercüme edilebilir.