Elimizin altındakiler değişip duruyor. Dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.
Acaba diyorum ebedi olana, herşeyin mirasçısı olana, kalbi kalbi dolu dolu hasret çekmek nicedir? Kavuşur gibi oldukça kavuşulamayan ve kavuşulmadıkça hasret büyüyen ve hasret büyüdükçe onu alabilmek için iç büyüyen ve bu yinelendikçe olanlar olanlar. Bunu anlatan kitaplar okudum. İnandım. Bense toprağınkiler ile cebelleşiyorum. Duygularım bu yüzden şiddetli ve acı veriyor. Onları ancak uyumaya yakın zamanlarda rahatça taşıyabiliyorum. İşte ozaman bazı şeyleri saf şekilleriyle duyabiliyorum. Perdelediklerini sezer gibi oluyor ve onlardan emin oluyorum anlıyorum ki hiçlik yoktur.
Eğer kavuşuyorsak, veya bu ihtimal varsa hasretimiz dünyadakinedir. Yüce şeyler iki türlü başlıyor. İlki dış şartlarda, adeta zaruretle, ikincisi içten, sen onu bilmeden. Birincisi ikinciye kapı açılması için bir fırsat.
Hayatımız boyunca söylediklerimizi baştan alalım. Kimseye fırsat vermeden kendi ipliğimi kendim pazara çıkarmalıyım diye düşünüyorum. Kabul olunur bir tevbe için nedamet ve doğru yola azimet şarttır.
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?