Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Haysiyetli bir insan haddinden fazla yükselmemelidir. Kaba bir ki­birden kaçınmalı, sadece doğamızın gidebileceği kadar uzağa git­melidir. Tanrı'nın yanında başkalarına da yer olduğunu kabul etme­li ve bu yeri sadece kendisinin addetmemelidir. Rüyalarımızda uç­maya benzer bu ve insanı Tanrı olmaktan mahrum eder - insan ru­hunun yapabildiği ölçüde yapar bunu; aklın kılavuzluk edebildiği ölçüde, ama akim üzerindeki bir benlik derhal onun dışına çıkacak­tır
Wong'un filmleri, Banana'nın romanları ve mangalar, Doğu Asya'nın tipik kültürel üretimleridir ve kapitalist bir ortamdaki yeni-hümanist hayatta kalma çabalarını ifade eder. Doğu Asya'da yaygın bir kaçın­ macı kültürel deneyime dayanırlar. Bu deneyimde kültür, nesnelleş­miş unsurlar içeren gerçek bir dünya gibi görünmekten çok uzaktır. Ama yine bu
Reklam
Gerçek öykülerin veya düpedüz "gerçek hayat"ın yapıbozumu ile amae arzusu ve tüketim dürtüsü etrafında inşa edilmiş bir rüyalar âleminin gerçek dünyanın yerini alması, Wong'un filmlerinde ge­nellikle, modern Doğu Asya'nın her yerinde mevcut hale gelen bir manga estetiğiyle desteklenir. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Düşkün Melekler'de Katilin Ajanı ve Blondie’nin estetik dışgörünümü, kılık kıyafeti manga özellikleri taşır. Bu estetik, 2046'nın "bikimkurgu" rüya sekanslarında tamamen açığa çıkar. Uzay bikinileri giyen ve video sanatçısı Mariko Mori’nin ironik kiç yaratımlarını çağrıştıran bu üsluplaştırılmış androidler, mangadan fırlamış gibi gö­rünür.
Schnitzler’in öyküsü 19. yüzyıl sonu Viyanası'ndan günümüz Manhattan'ına taşınmıştır. Burada edebiyatta ve sinemada göründüğü ha­liyle uzam açısından ortaya çıkan problemleri incelemeden önce, öykünün yeni bir yere taşınmasının, bir janr olarak Rüya Romanın sinemaya uyarlanması bakımından doğurduğu sonuçlar üzerine dü­şünmek istiyorum. Hiç şüphesiz Schnitzler, kendi neslinin birkaç yazarı gibi, Avusturya kültürüne bağlıydı. Ama içerdiği etno-bilesenlere rağmen Schnitzler'in romanı, kesinlikle bir folk sanatı yapı­tı sayılamaz. Teoride Rüya Roman gibi bir edebi yapıt her yere nakledilebilir; ama yine de, Viyana’dan Manhattan'a nakledilmesi, Av­rupa kültürünün bu yapıtı bakımından genel bir sonuç taşımaktadır.
Gerçekliğin alanın­dan gelen bir müdahale ile bu dünyanın sihri bozulunca, aşağılanmış ya da bir rü­yadan uyandırılmış gibi hissederdim kendimi. Bu dünyanın, komik ve kötü şaka­larıyla, şekilden şekle giren ilham verici bir yer olduğunu düşünürdüm. Yani ben, sanat aklımı başımdan aldığından ne yaptığımı bilmez olan ben, en yüce sanatsal başarının bile gerçekdışı bir doğası olduğunu göremezdim. Bu küçük deneyim, ciddiyet ile oyun, hayat ile komedi, hakikat ile yalan kavşağında bana biraz da ol­sa yol gösterdi sanırım..
Reklam
Kubrick, hakikatin bilimsel gerçekliğe tekabül etti­ğine inanıyor gibidir. Tom Cruise'un canlandırdığı Bili Harford ka­rakteri muammayı çözüp, geç kapitalist dönemde bir üst sınıfın mahvını açığa çıkartır çıkartmaz, katettiği "rüyalar" önemini yitirir: Önemli olan tek şey, bu rüyaların yorumlanmasıdır artık. Burjuva düzeninin ve kendi varoluşunun kesinliğinin zevahirden ve yalan­lardan ibaret olduğunu Fridolin de fark eder; ama Fridolin rüyanın dışında, hayatını tamamen "gerçek" bir şekilde deneyimlemesine izin verecek bir konum olmadığınıda anlar. Başka bir deyişle, Fri­dolin rüyaların sahteliğinin ardında bir gerçeklik görmez. Albertine ona kendi rüyasını anlatarak "gerçek" doğasını açığa vurduğu için Fridolin bir anlığına yatak odalarındaki mutlu atmosferin ne kadar yanıltıcı olduğunu görmezden geldiğine inandırabilir kendisini. Albertine'in "sadakatsiz, acımasız ve güvenilmez" olduğunu fark eder. Peki "gerçeklik" bu mudur? Kesinlikle hayır, çünkü Fridolin'in "Al­bertine hakkındaki hakikati" keşfettiğine inandığı "uzam" başka bir rüyanın uzamıdır
(Sahte) rüyalar ile (hakiki) gerçeklik arasındaki mücadeleyi me­cazi bir şekilde canlandıran simgeleyici karakterler aracılığıyla bir dram yaratan Kubrick'in tersine, Schnitzler her şeyi, hatta rüyaları bile gerçeklik olarak görmek ister. "Modern psikoloji, metaforlara ruhsal gerçekliklerden çok daha fazla önem verir. "Egonun, süperegonun ve idin kuruluşu zekice ama yapaydır," der Schnitzler. Ger­çeklik kesinlik değildir, ama bir rüya olabilir pekâlâ. Her rüyanın arkasında bir gerçeklik bulunduğunu varsaymakta serbest olsak bile, bunun da kesin bir tarafı olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bi­likis, ancak gerçekliği bir rüya olarak görebildiğimizde; yani göz açıp kapayıncaya kadar geçen çok kısa bir an için gerçekliğin bir rü­ya olduğunu bildiğimizde (hatta belki de bu farkındalığı sürdürdü­ğümüzde), ama hiçbir doktor bizi bu hastalıktan kurtaramadığı için rüya görmeye devam ettiğimizde bilgiye ulaşırız.
Rüya yorumlarının tarihinde, "rüya mantığının" uya­nık hayatımızın mantığından daha önemsiz olduğunu savunan; bu­nun sonucunda, imajları birer simge ilan ederek (Freud'un yaptığı şey de öncelikle buydu), mantığın "retrospektif olarak" somut bir imaj­lar akışına yerleştirilmesine yol açan, hatalı bir görüşe katkıda bu­lunmuştur. Freud'un savunduğu gibi, rüyalarda alışıldık imajları veya dü­şünceleri "çarpıtan" ego veya süperego ise, bu çarpıtma ediminde sözün işlevi ne olabilir? Peki sözü işin içinden çıkartmanın ne gibi bir işlevi olacaktır? Otto Isakower, bir rüyadaki sözcüklerin süperegonun katkısı olduğunu öne sürmüştür. Öyleyse, tüm konuşmala­rı bilinçli olarak dışlayan bir film de süperegonun çarpıtma etkisinin dışlandığı bir rüyaya benzer. Ne var ki bu fikir, "sessiz rüya sekans­larında 'çarpıtma' daha ziyade süperego, ego veya id tarafından gerçekleştirilmektedir" gibi bir sonuca ulaşmamıza neden oluyorsa, çarpıcı bir basitleştirmeyi temsil etmektedir. Isakower, büyük olası­lıkla nadiren göründüğü için, dolaysız anlatımı süperegoya atfeder. Rüyalarda dolaysız anlatım, görsel anlatım biçimlerine kıyasla pek sık vuku bulmaz; süperegonun ahlaki sesinin nadiren ortaya çıkma­sı, bizatihi rüyamsı deneyimlerin tipik niteliklerinden biridir. Genel olarak rüyalar, (süperegoyu etkilemesi gereken) ahlaki sorunların olmayışı sayesinde üstünlük kazanır.
Rüyalarda işitsel niteliğin asgari düzeye indiği sıkça vurgulanan bir husustur. Emil Kraepelin daha 1910'da, bir rüyada görsel nitelik­lerin baskın olduğuna, ama konuşma dilinin alımlanmasmm açıkça uyanıklık haline ait olduğuna dikkat çekmiştir: "Bu noktada, rüyala­rımızın vizyonlar ve hareketlerin temsilleri aracılığıyla kendilerini açığa vurduğunu, işitsel algıların ise arka plana çekildiğini hatırlıyo­ruz. Aynı zamanda, konuşmanın işitilmesinin genellikle en önemli duyu algısı kaynağı olduğunu." Konuşmanın unsurlarını hatırlamanın güçlüğü de bundan kaynaklanmaktadır. Bellek, rüya imajla­rım genelde seslerden çok daha kolay saptayabilir. Kraepelin, henüz olgunlaşmamış olmakla birlikte, makul bir sonuç çıkarmıştır bun­dan. Bu sonuca göre rüyalar, bir mantıktan ve sadece dilsel bir yapı­nın sunabileceği bir dilbilgisinden yoksun olduğundan ötürü, bir imaj meselesidir. Başka bir deyişle, imajlar ola­rak rüyalar bizi "somut olanla" karşı karşıya bırakır, ama bir nebze olsun soyut (dilsel) düşünce içermez.
175 öğeden 111 ile 120 arasındakiler gösteriliyor.