Victor E. Frankl, 1905 doğumlu Yahudi bir psikiyatristtir. Nazi soykırımında Auschwitz toplama kampında tutuklu kalarak birçok acılara tanık olmuş ve bizzat da deneyimlemiştir. Ailesini de bu kamplarda kaybetmiştir. Bunca acıya maruz kalmış ama bu zorluklara rağmen hayattan vazgeçmemiştir. Kitapta da yazar ve okurlar olarak bunu sorguluyoruz.
(Spoiler içerir!!!)
Kitap, adından da anlaşılacağı üzere insanın anlam arayışı üzerine deneme türünde yazılmış. 20. yüzyıllın önde gelen psikiyatrlarından olan Victor E. Frankl, kitabında İkinci Dünya Savaşı sırasında bulunduğu toplama kamplarında edindiği deneyimlerini, kurucusu olduğu logoterapi ilkeleri ile bağdaştırarak anlatmaktadır.
Yıllarca olası tüm ıstırabın sınırlarına ulaştığını düşünen insan artık ıstırabın sınırı olmadığını ve hala biraz daha ve hatta daha beter acılar çekebileceğini anlar.
Yazarımız nazi kamplarındaki dramın insan psikolojisi üzerindeki etkilerine şahitlik eden bir psikiyatrist. Kitap iki kısımdan oluşuyor: İkinci dünya savaşı yıllarında yazarın meşhur toplama kampı deneyimleri ve bu süreçte oluşturduğu Logoterapi. “Yaşamak için bir nedeni olan insan, her türlü nasıla katlanabilir.” diyor Nietzsche. Hayatın getirdiği şartlar değişmediğinde hayata bakış açımızın değişmesi gerektiğini, her insanın hayatını anlamlı kılmanın farklı yolları olduğunu ve anlamın aslında sanıldığı kadar uzaklarda ve büyük şeylerden oluşmadığını anlatıyor.
Istırabın hüküm sürdüğü toplama kampında bile,
yaşama sanatını uygulamak yine de mümkündü. Bir benzerlik kurmak gerekirse, insanın acısı gazın hareketine benziyordu. Belli miktarlarda gaz, boş bir kutuya pompalandığında kutu ne kadar büyük olursa olsun onu tamamen ve eşit dağılım göstererek doldurur. Aynı şekilde ıstırap da ister küçük ister büyük olsun insan ruhunu ve bilincini tamamen doldurur. Bu yüzden de insan ıstırabının "boyutu" tamamen görelidir.
Uzayıp giden sıra sıra dikenli teller, gözetleme kuleleri, tarama ışıkları ve şafağın griliği içinde düz ıssız yollarda kimbilir nereye doğru sürüklenen kılıksız insanlar…
Bir akşam, barakamızda ölesiye yorgun, ellerimizde çorba kaseleriyle dinlenmeye çalışırken bir tutsak içeri girdi ve muhteşem günbatımını izlemek için dışarı çıkmamızı istedi. Dışarıda, batıda karanlık bulutların parladığını ve tüm gökyüzünün çelik mavisinden kan kırmızısına kadar sürekli değişen renklere büründüğünü gördük. Perişan haldeki çamur barakalarımız keskin bir tezatlık oluştururken, çamurlu topraktaki su birikintileri gökyüzünün renklerini yansıtıyordu. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından bir tutsak diğerine "Dünya ne kadar güzel olabiliyor!" dedi.