Bedenini çevreleyen dört duvar onu mu dünyadan soyutlamak içindi, yoksa dünyayı mı ondan koparmak istiyordu emin olamıyordu. Zaten neden buna "dört" duvar dendiğini de anlamadı hiç. Tavan ve zemin de vardı halbuki. Bu olsa olsa "altı" duvar olabilirdi ancak.
Yalnız olana anlamı farklıydı dört duvarın; kalabalık yaşayanlara farklı...
O sabah yine uyandı, bu huyundan hiç vazgeçememişti. Her sabah uyanmak gibi gereksiz huyları vardı. Halbuki çok isterdi bu huyunu bırakmak ve uyumak sonsuza kadar. Ama buna bile takati yoktu.
(...)
Dört duvarın, ikinci duvarına yakın olan küçük masada oturup, üçüncü duvardaki pencereden dışarıya bakarken kahvesini yudumluyordu. Bulutlar yine acımasızca güneşin ırzına geçiyordu bugün de. Ne garip... tüm galaksiyi yöneten güneş, kıçı kırık iki su buharının boyunduruğu altına girebiliyordu... işte bu... dünyada kurallar bambaşka. Dünya kötülerin memleketi.
Hangi şehre yakışırdı bu gri hava... İstanbul'a asla...
Kahvesi bitince, dördüncü duvarda asılı olan kabanını giyip, birinci duvardaki kapıdan çıkması icap ediyordu. Sonra bir müddet duvarsız ortamlarda yürüyüp, hareket eden dört, pardon, altı duvarlı çeşitli araçlara binip, uzaktaki bir başka altı duvarın içine girecek ve akşama kadar orada ecnebi dilde yazılmış bir takım belgeleri kendi diline çevirecekti.
Acı kahvenin bile vermeyi beceremediği acılıkta bir tat hisseti dilinin üstünde. Dudaklarını büzdü, gözlerini kıstı, biraz midesi de bulanır gibi oldu. Bir süre daha bulutun ahlak dışı suçunu izleyip, birinci duvardan çıkıp gitti...
Dr. Merdümgiriz