Yıllar önce okumuş olduğum, -Vadim O Kadar Yeşildi Ki- romanından, beni çok etkileyen bir sahneyi hatırlıyorum. Roman bir dağ köyünde geçiyordu. Roman kahramanı bir gün ablası ile yengesini, alışveriş yapmaları için kasabaya getirir. Bir şekilde akşama kalırlar ve – yüz yıl öncesinin küçük bir kasabasını göz önüne getirmeni hassaten rica ediyorum- kasabanın çarşısı sayılan tek caddede ki on beş-yirmi dükkânın vitrinlerinde ışıklar yakılır. Abla ve yenge, ışığa boğulmuş vitrinleri ilk kez görüyorlardır ve yazar şöyle der: Ablamla yengem kör olmuşlardı! Işığa boğulmuş on beş –yirmi vitrinin ışıklarına şaşasına kapılıp, kör olan iki insan. İyi hatırlıyorum. Bu cümleyi okumuş ve öylece kalakalmıştım. O gün “kör” olan o iki insana göre şimdi bizler nasıl bir körlüğün içindeyiz; bunca renk, ışık, karmaşa ve sesin içinde… Kesinlikle körüz, kesinlikle! Uçaktan inip arabaya biniyor, gezilecek yerlerin çetelesini tutuyor, ışığa boğulmuş lokantalarda, sos olarak karanlık kullanılmış kafelerde oturuyor, yirmi dört saatin yirmi saatini sosyal medyada geçiriyor, ruhumuzdan uzaklaşıyor, afili cümlelerle zekâmızı, saçmalayarak neşemizi gösterdiğimizi düşünüyor, büyük bir saklambacın içinde ara sıra ebe değiştirerek, canımıza minnet yaşayıp gidiyoruz.