Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ali Ömer Akbulut

Ali Ömer AkbulutAsa Kimin Elinde? yazarı
Yazar
9.0/10
3 Kişi
8
Okunma
6
Beğeni
1.957
Görüntülenme

En Eski Ali Ömer Akbulut Sözleri ve Alıntıları

En Eski Ali Ömer Akbulut sözleri ve alıntılarını, en eski Ali Ömer Akbulut kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Kelime.
İbn Arabi Fütühat-ı Mekkiye'sinde, kelimenin işiten herkeste bir izi olduğunu, bu sebeple ona Arapça'da "kelime" dendiğini, bunun yaralamak anlamına gelen "kelem"den türediğini, kelimenin yaralanmış olanın bedeninde bir iz olduğunu söylemiştir.
Sayfa 28 - Şule Yayınları
"Hû Konşu söyleşme deminde konuşulacak kişiye, muhabbet ehline; komşuya çağrıdır. Konuşmaya, hâlleşmeye, muhabbete çağrı olan bu ifadenin irfanın bereketiyle yeşeren topraklarda derin anlamları çağrıştırdığı açıktır. Varlıkla söyleşiye koyulmanın, hemdem olmanın, dildeş olmanın ifadesidir."
Reklam
Şu halde ölüm sürekli yaşanan bir haldir. “Her insan, her an ölümü zevkeder.”[9] Ölümün özünde “neşe” vardır, olmalıdır. Bu şen hakikat şefkatle gelir. Zira aşk aklın edimidir, şefkat hayâlin (Berzahın bir ismi olarak hayal). Şefkat çağırabildiğinizde hazır bulunur, aşk edinilmesi gerekendir. Şefkat varlığın hakikatine tekellüfsüzce açar sizi, sevgi, muhabbet ve merhametle. Aşk acı ve ızdırabın, şefkat neşenin kaynağıdır. Bundandır; “şefkat aşktan daha erdiricidir.”(Said Nursi) Şefkat bizi sürekli “kendilik” hâlimizle var tutar. Mevcut olmak, sürekli ölüp dirilerek insan oluş için hazır hâlde bulunmaktır. Düşünce ve şiirle, müzikle ölüp dirildikçe sonsuzlulda kundaklı bir bebek olarak mevcut oluruz. Ölümü anlamak için doğuma bakmak lazım. Doğum ilk ev (âlem) değiştirme; Cennet’ten çıkış. İnsan [hep] doğar. Ölüm doğumun içindedir, ölümle de doğar insan. Bu yüzden bilinenin aksine ölüm önce, doğum sonradır. Her doğum bir ölümdür. Başlangıca dönen bir ölüm. Hz. Peygamber “Zaman ilk anına döndü.” buyurmuştur. Bu gaflet perdesini kaldırıp görüşümüzü keskinleştirir. Bahşedilmiş bir açıklıkla [şiir belki de müzik] fıtratımızı zevk edip yaratıldığımız gibi insan olarak hayat-ı hâlimize, kendilik’imize açar bizi; insanlar arasında bir insan olarak: “Hem bir adam ölü iken biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nâr vermişiz, insanlar içinde onunla yürüyor.”(En'am 122) “Senden gaflet perdesini kaldırdık; bugün artık görüşün keskindir.”'(Kaf,22)
İbn Arabî, insanın aldığı ilk sûretin İlahî Misâk’ta olduğunu söyler.[16] Buradan başlayarak sürekli devr’le değişmez olan, hakiki kendiliğimize ereriz. Her ölüm yeni bir sûrettir. İbn Arabî’ye göre; “ölümdeki uyanış ilk uyanıştır. Dirilişte tekrar uyanılacaktır [Rüyada olanın uyanması]. Berzah sürekli gelişme yeridir, dirilişe hazırlanılır.” Uyanmak arzusu tereddütsüz oluşa sokar bizi. Ölüm; tavuk yavruları arasına karışan ördeğin hâlidir. Anne tavuk ne kadar korkarsa korksun yavru ördek suyu görünce korkusuzca hemen suya dalar.[17] ****** 16.William Chittick, Varolmanın Boyutları, İnsan Yayınları, s.347. [17]Şemsi Tebrizî, gözü pek derviş coşkuyla varlık hakikatine dalıp o deryada sadakatle yüzüşünün başlangıç ahvalini şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryâsına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: ‘Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek,’ dedi. Ben ona şu cevabı verdim: ‘Baba! Seninle benim, babalık ve evlâtlık münâsebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de ördek yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, ördek yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvâh yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki ördek yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”Şemsi Tebrizî, Makâlât.
Kendi ölümüne bile açık bir kalple yönelmek şefkattir. Her tür bağdan/maddeden, cismaniyetten, “imek varlık” oluştan, elhasıl tüm yaşamsal kayıtlardan gözünü kırpmadan sıyrılabilecek feraseti göstermektir şefkat.[24] Şefkat, kendinde kendi ölümünü sürekli taşıma irfanıdır. Bunun için bilgiye sahip olabileceğini ve üretebileceğini “zann”eden bir akıldânelikten uzak olmak gerekir. Öğretilir olmaya açık olarak, öğrenebilir olmanın “yürekten” hazırlığıyla “yed-i kudretinde” bulunduğu ilahî zuhurun farkında olmak halidir bu: “Farkında ol; Allah sana öğretir.”[25] **** 24.Ölmeden önce ölünüz.” Hz. Muhammed [sav]. [25]Bakara; 282.[Kur’an]
Bilinmeyenden geldik, görünmeyenden. Şimdi bilinmeyeni bilmek, görünmeyeni görmek istiyoruz. Lakin varsa muradımıza erme imkânı görünmeyene, bilinmeyene dahil olmak, dönmek anlamına geliyor bu. Kendine dönmek, dil’i dönmek, eve dönmek.[24] Bunun için hal ve yol bilmeli. Evinin yolunu bilen kişinin yürüdüğü yoldur şefkat; eve götüren yol. Eve vardığında huzur ve sükûna erecektir. Eve vardığında artık kendi yalın hakikati içindedir. Geldiği yere, yola ait her şeyden soyunup dökünmenin, arınmanın yeridir ev. Kendi, sadece kendi olarak ikamet edeceğin yer. Yalın halde insan olarak. Bu gözümüzü göğe dikerek beklememiz gereken, iştiyakla gözlenecek bir hakikattir. Yâr’den, Yurt’tan ayrıldık bir kez.[25] Sıla hasretiyle yanıp kavruluyoruz. Hz. Peygamber; “İnsanlar arasına karışıp halkın içerisinde yaşamak buyurulmamış olsaydı bana, iki gözümü bu göğe diker, Tanrı canımı alana dek bakakalırdım,” buyuruyor. **** 26.Dönmek ve terk etmek arasındaki tehlikeli fark.”a dikkat! [27]“Biz o mutlu birliği, kelimenin tek anlamıyla Varlığı kaybetmişiz, onu elde etmemiz için de önce kaybetmemiz gerekiyordu… Tabiatla bozuşmuşuz… Bazen dünyayı her şey ve kendimizi bir hiç görüyoruz, yine bazen kendimiz her şeyiz de dünya bir hiç imiş sanıyoruz.”Hölderlin, Hyperion II, Önsöz, s. 113, MEB.
Reklam
Anadolu’da halk arasında “ölüm iyiliği” tabir edilen bir durum var. Huzur ve sükûn içinde ölüme yol almak, ölümü karşılamak… İşte bu “ölüm iyiliği” şiirdir. Şiir, insanın göz nuruyla işlediği kadim gergefi şefkatle söküp söküp yeniden örmektir. Bu sökülüp yeniden örülme sürekli oluş ve ölüm halidir. İbn Arabî’nin işaret ettiği ölüm ve doğumun bir kez değil, birçok kez vuku bulacağı hakikati bunu ifade eder. Yaratıldığımız gibi insan olma hakikatine sadakat sözümüz [şiir] bizi şefkatle “kendilik”imize açar, hakikati hâl’imiz zuhur eder. Bu hakikati hâl ile zuhur eden insan oluş ölümle uyanışa, [yeniden] doğuşa ve başlangıca döner. Her bağdan azade yalın haliyle insanlık hâlidir, üryan kalıştır bu.[28] **** 28.Dirilirler dirilirler gelirler” diyen Karacaoğlan bakın ne söyler: “Üryan geldim gene üryan giderim Ölmemeye elde fermanım mı var Azrail gelmiş de can talep eyler Benim can vermeye dermanım mı var”
Hayretle başlayan tanıma iştiyakımız hayranlığa ve sükûnete dönüşmeden kurcalamaya başlarız yanımızı, yöremizi. Aslî kendilik’imizden getirdiğimiz sırrı arayıp dururuz bir ömür. Ondan bir işaret, bir îmâ görebilmek için çaresizce koşuşturur, her şeye sarılıp dururuz. “Hûbdan hûba düş”er39, her güzellikte bir iz ararız ondan. Kaybımızın izlerinde sürecek sonsuz koşumuz. Sıla’ya hasret koşusunu engelleyen bağlardan kurtulup özgür40 koşuyu sürdürmeliyiz. Kelimeler çağlayıp dökülmeli asli yurdun gözesinden. Zira kelam [ve şiir]; Rahmân’ın Nefesi’nden sonsuz kelimeler olarak bizi ayn’ımızla, aslî kendilik’imizin izleriyle buluşturur. Bundandır; dili çözülür çözülmez şiir söyler çocuk. Çünkü sıla’dan getirdiği de taptazedir. **** 39.Şu benim dîvâne gönlüm, Yine hûbdan hûba düştü.” Kul Yusuf (40) “Ey oğul, bağı çöz, özgür ol!” Mevlâna
Ben seherin nûru, akşamın nefhasıyım. Ben ormanın iniltisi, dalgaların sesiyim. Ben direk, dümen, süvari ve gemiyim. Ben geminin parçalandığı kayayım. Ben kuşçu, kuş ve tuzağım… Ben resim, ayna, ses ve aks-i sadâyım. Ben sükût, düşünce, dil ve sesim. Ben neyin sadâsıyım. Ben insanın rûhuyum. Ben taşlarda kıvılcımım. Ben madenlerdeki altın damarıyım. Ben gül ve gülün hayran bıraktığı bülbülüm. Ben tabib ve hasta, zehir ve ilacım. Tatlılık ve acılık, bal ve zakkumum. Ben şehir ve muhafızı, muhasırı ve duvarıyım. Ben bütün varlıkların zinciri, âlemlerin dâiresi, yaratılmışların mertebesiyim.” Mevlâna
Aslî kendilik’imizin hayaliyle canhıraş koşuşturmalar, âlemlerin dört bir yanında çarh vurup her varolanla bir dem cem olup çark atmak bizi kendimizle; şiirimizle buluşturur. Bu bizi sıla’mıza, varoluş çağlayanımızın gözesine, yurdumuza döndürür. Döneriz; kendimize, en yakınımıza, şahdamarımıza koşarak düşeriz. Kendi kanımıza karışır, kendi damarlarımızda akarız. Evrenlerin şarkısına eşlik eden insanın dansı; aslî kendilik’imize iştiyakla çırpınan [şiire] özgü[r] koşu kendi[nihayeti]ne gelir böylece.
Reklam
Kendin değilsen dünya engeldir sana hep, sınırlandırıp durur seni. Dünyanın sınırlı, duvarın ötesini göstermeyen yapısı yaygın kanının aksine dünyevi yönelimlerde bir genişlik, fazlalık ya da tamlık sağlamaz. Zevkiniz, hazzınız da o kadardır ancak, gıdım gıdım alırsınız sefasını. Ancak kendilik tam olursa açılacaktır dünyanın menfezleri. Dünya, sınırlandıran güçleriyle sahneden çekilir işte o zaman. İnsani tamlığın, kemalin rahmetle beslenen kendilik hâli hayatiyeti başlar. Rahmetin dilini çözen, merhametin sökün edeceği bir kelime bulmalı, bir kelime olmalı, şefkatin şahikası olacak bir kelimeye sığınmalıdır bunun için. Öyle bir kelime olmalı ki, hem sesi, hem görüntüsü, hem tınısı olmalı. Kelime işitilip, hissedilip görülünce kâinatın tenine, tinine değmiş gibi olmalı. Varlığı başlatan o sonsuz, sonrasız sesin bahşettiği temaya tutunmalı. İşte bu kelimenin kendisini değiştirmeden yer alabileceği tek yerdir şiir. Söylenen her kelime şiirden eksiltir, 0 “tek kelime” belirinceye dek.
Neyi ediyorsan ümit. neye teşneysen o kalır el’inde, [d]il’inde. Gönlü güzel olanın seyr’i de güzel olur. Gönlü heva ve tamahla deprenenin seyr’inden ne olur? Gözesinin her açılış ve kapanışına sadakatle gözünü diken, seyr’in hiçbir renginden yüksünmeden iz sürme şevkine düşen için vardır her daim bir nasip, bir zuhurat. Ehli desin diyeceğini şu hâlde: “[...] Sen kapsın; Bense Benim. Öyleyse sen Beni sende arama, yoksa boşuna yorulursun! Fakat Beni senin dışında da arama, yoksa rahata eremezsin! Beni aramaktan da vazgeçme, yoksa mutsuz olursun! Öyleyse Bana kavuşuncaya kadar Beni ara ki yükselesin! Fakat bu arayışında edepli ol! Yola başlangıcın esnasında hazırlıklı ol! Aramızdaki farkı iyi ayırt et! Hiç kuşkusuz sen Beni müşahede edemezsin; sen anacak kendi varlığım (Ayn) müşahede edersin! O hâlde bu ortaklık sıfatında dur; yoksa bir kul ol ve ‘idraki idrakten acizlik de bir idraktir’56 de ki bu hususta 'Atik’e57 ilhak olasın ve herkesten ikram gören “Sıddık’58 olasın!”59 **** 55. İbn Arabi, Harflerin İlmi. çev.: Mahmut Kanık. Asa Yayınları, Bursa 2000. s. 215. 56. Hz. Ebu Bekir’e nispet edilen söz. 57. Hz. Ebu Bekir’in lakabı. 58. Hz. Ebu Bekir’in bir niteliği. 59. İbn Arabi, Harflerin ilmi, s. 45.
“Nasılsınız; haliniz, ahvaliniz nicedir?” diye sorulduğunda “İyiyim,”demek açık bir bilginin işaretidir; “ne olduğumu biliyorum.” “Ne olduğu”nu bilmek kendine, kendi haline ve varlığa topyekûn hâkim bir bilgi demektir ki herkes için pek mümkün görünmemektedir, hele “bir çırpıda söylemek” adeta imkansızdır. Bunu bir sağlık sorusu olarak almak yersiz bir alışkanlıktır. Zira sağlığı da içine alan genel bir hal ve varlık sorusudur bu. Bu “iyiyim”in önüne “elhamdülillah, şükür, hamdolsun” ifadeleri getirerek söyleyenler de olabilir ki bu şükür ifadeleri bir bilinmezliğe bağlar sözü. Nüfuz edemediği bir koruma altında oluşu ifade eder en basitinden. Bu bilinmezlik ardından nasıl “iyiyim” gibi çok “bildik” bir ifade gelebilir? Yalnız şükür ifadelerinde bulunmak, bahşedilenin huzuruyla sadakattir. Zuhurata tabi olmanın, bilmezliğiyle merak içinde bahşedilecek olanın müşahedesine açık olmanın, müşahedesinde samimi ve sadık olmanın ifadesidir. Bıçkın Anadolu insanının “Yuvarlanıp gidiyoruz” sözü ise, basit bir ifadeymiş gibi küçümsemeyle karşılanır, oysa “ne olup bittiğine dair pek bir fikrim yok, halden hale geçip duruyoruz, gücüm dışında bir gidişat var, vallahi bilmiyorum” demenin arifçesidir bu.
“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir,” diyor Sokrates. Lakin “bilmediğim” sözü “şimdilik” gibi bir ima taşıyor, az sonra bilebilirim [mi?] o zaman. Kendi kendini nakzeden bir şey olur ama bu. Burada ancak bilememenin bilgisi vardır: “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilemediğimdir,” olmalıydı doğrusu. Bilememenin bilgisi, bilgiyi imkansızlaştıran, yok eden bir bilme. “Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz,” demiş irfan ehli. Ne kadar çabalasam da bilemeyeceğim. Bu hiçlik bilgisidir, bir yok bilme, a’ma… Dilsiz kulaksız bir bilme…
Olan olduğu haliyle bir şey söylemiyor; söylemedikleriyle açık etmedikleriyle var söz. İşte burada şiir çıkıyor karşımıza. Bilgi, söz, logos kendini şiir halinde yok ediyor, hiçleştiriyor. Şiir dilin evi oluyor. Bilemeyen bilme rü’yetin, görülen rü’yanın ifadesi olarak remizler ve semboller halinde şiirde lemean ediyor. “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar,” fehvasınca bir rüya içindeyiz demektir. Rüyada görülen gördüğünün kendisi değildir; öyle görünmekte, kendini öyle göstermektedir. Yaygın olduğu gibi rüyada görülen süt, süt değildir ilimdir mesela. O zaman şeylerin oldukları, göründükleri gibi müşahedesi bize hakikati vermemektedir. Hiçbir şey hakiki kimliğiyle varolmuyor demektir bu. Kim olduğumuz, ne olduğumuz, nerede olduğumuz sorusu hep askıda kalacaktır işte. Söyleyebileceğin, bilebileceğin bir şey yok. Denildiği gibi sadece kendi gördüğünü, kendi zevkî müşahedeni söyleyebilirsin hepsi bu.
86 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.