Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ömer Türker

Ömer TürkerAhlak yazarı
Yazar
Derleyen
Çevirmen
Editör
8.9/10
117 Kişi
658
Okunma
169
Beğeni
6,2bin
Görüntülenme

En Eski Ömer Türker Sözleri ve Alıntıları

En Eski Ömer Türker sözleri ve alıntılarını, en eski Ömer Türker kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Sonsuza İlişkin Bilgi Yoktur
Şu halde bir araştırmayı bilimsel yapan şey, ne mevcutların tamamının sayılması ne de sayımı yapılabilen mevcutların sebeplerinin tam olarak kavranmış olmasıdır. Bilakis bilimselliği sağlayan şey, insanların genel kabullerinden, otoritelerinden ve bilinçli saptırmalardan uzaklaşarak şeyin gerçek nedenlerini kavramayı mümkün kılacak bir yönteme yani burhâna sahip olmasıdır.
Sayfa 130Kitabı okudu
"Fârâbî oldukça sarih bir şekilde peygamberin tebliğ ettiği dinin anlamının felsefede olduğunu iddia eder. Yasalar ise dinin kendisinde içerilir. Yani hakikati temsil eden felsefe, hakikate uygun yaşam formunu temsil eden sahih dindir."
Sayfa 261Kitabı okudu
Reklam
Diğer deyişle anlamlar, birbirlerine karşı duyarsız değildir ve izafetler yatağı bir anlama bilkuvve sonsuz olan yönler kazandırır. Bu sebeple bir anlamı idrak etmek ile onun bir yönünü idrak etmek, zaman zaman birbirinden tamamen bağımsızlaşabilir. Kuşkusuz anlamın bir yönünü bilmek, anlamı bir yönden bilmektir fakat bilinen yönün anlamın kendisine nispeti daima açık olmayabilir, yön izafetteki diğer anlamlara nispetle bilinebilir. Bu öylesine önemli bir ilkedir ki sayı, dil, görsel materyaller Vb. anlamı temsil eden şeylerden hareketle anlamın izafetlerini sınırlamanın mümkün olmadığım gösterir. Zira temsil, ne denli anlamın yerine konulursa konulsun aslında başka ve müstakil bir anlamdır ve kendisine mahsus bir izafetler yatağına sahiptir. Bundan dolayı bir anların bütün izafetlerinden soyutlamak mümkün değildir. Zira var oluş, faili bulunmayan ve var olmanın zorunluluğuyla ortaya çıkan sonsuz izafetleri barındırır. Bütün bu izafetler ya tekil durumlar olarak kavranabilir yahut temsil edilmeleri imkânsızdır. Mesela; insan zihninin ürünü olan nesnelerde anlamın kendisi bir fail tarafından meydana getirilse de izafetleri o fail tarafından zapt edilemez. Mutlak bir kuşatıcılık için, anlamlar yatağının tamamının aynı fail tarafından oluşturulması gerekir. Bu ise ancak ilahi bir idrake yaraşır.
Duyular ne denli duyumsama işini gerçekleştiriyor ve algıladıkları varlık alanıyla insanın bağlantı kurmasını sağlıyorlarsa akletme gücü de o denli birleştirme, ayrıştırma ve tercih etme işlemlerini yerini getirir. Diğer deyişle insan olmak, zorunlu olarak duyumsamayı ve birleştirmeyi, ayrıştırma ve tercih yapabilmeyi gerektirir. Bu anlamda insan,
Toplum, ahlâkın oluşumunda de ğil yalnızca tikel ahlâki değerlerin belirli hâle gelmesinde işlev görebilir. Evet, 'ınsanın tek başına yaşaması, onun büyüme ve gelişme şartları dikkate alındığında imkânsız denecek denli güç olduğundan gerek düşünme gücünün gerekse diğer güçlerin yetkinleşmesi bir toplumda yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu, insan olabilmenin bir toplumda yaşamayı gerektirmesi anlamında değil insan olmanın kaçınılmaz olarak bir toplumu gerektirmesi anlamında bir zorunluluktur. Bir kimsenin başka hiçbir insan olmaksızın tek başına yaşadığını varsaysak onun ahlâki tercihlerde bulunduğunu düşünebiliriz. Diğer de ğişle herhangi bir anlamsızlığa düşmeden İbn Tufeyl’in Hayy b. Yakzan’ının ahlâki tercihlerde bulunduğunu düşünebiliriz. Zira irade ve tercih, insan söz konusu olduğunda ontolojik olarak toplumsal varlığı önceleyen insani durumlardandır. Ayrıca söz gelişi karıncalar, filler, sırtlanlar ve aslanlar gibi başka pek çok hayvan türü de toplumsal varlık oluşturdukları hâlde biz onların fiillerini ahlâki fiiller olmakla nitelemiyoruz. Çünkü bunlar, Fârâbî’nin ifadesiyle “ihtiyari fiiller” yani ahlâki anlamda “iyinin katıldığı fiiller” değildir.
insan fiillerinin ahlâki sıfatıyla nitelenmesini sağlayan şey, düşünme gücü başta gelmek üzere insanın diğer güçlerinden oluşan kuvveler bütünü olarak bizzat insanın kendisidir. İnsan ahlâklı olabilmek için insan olmaktan başka hiçbir şeye muhtaç değildir. Bunun nedeni, insanın tercih eden bir varlık olduğunun ispata muhtaç olmamasıdır. İnsan özü gereği tercih eden bir varlıktır. Bu noktada temel sorun, tercih eyleminin kendisine ilişkin kafa karışıklığıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz teorilerin temel sorunu, tam da bu noktada ortaya çıkar. Zira ahlâkın kaynağına ilişkin farklı görüşlerin ortaya çıkmasına ve ahlâkı temellendirme çabasına sebep olan şey, tercih dediğimiz şeyin içeriksiz bir fiili ifade ediyor göıünmesidir. Gerçekten de tercih, içeriksiz bir insani edimi ifade ediyor ve ancak insanın değişik güçlerinden kaynaklanan yönelişler sayesinde anlamlı hâle geliyorsa ahlâk, tercihi işlevselleştiren anlamlara dayanmak durumundadır.
Reklam
Arapça kökenli tercih kelimesi, iki veya daha çok şey veya durumdan birini diğerlerine üstün tutmak demektir. Yine İslam filozoflarının insani tercihi ifade etmek için kullandıkları “ihtiyar” kelimesi, iyilik ve iyi anlamındaki “hayr” kökünden gelir ve aynı şekilde iki veya daha fazla şey veya durumundan birini diğerlerine nispetle iyi bulmak
Başka bir ifadeyle herhangi bir insani fiil, maddi veya manevi bir hareketler yığını olmak anlamında iyi ve kötü olmakla nitelenmeye elverişli değildir. Bir fiilin, iyi ve kötü olarak nitelenebilmesi için o fiile iyilik ve kötülük değerlerini katan bir unsur bulunmalıdır. Ayrıca fiile değer katan şeyin kendisi değerli yahut en yüksek değer olmalıdır. Dolayısıyla insan fiilleri bir bütün olarak düşünülüp de tamlık dikkate alınmadığı sürece tikel bir fiile iyilik ya da kötülüğü nispet etmek mümkün değildir. Tamlık veya bütünlük ise fiziğin değil metafiziğin bir kavramıdır. Yani ahlâki değer sorunu, kaçınilmaz olarak bizi fizikten metafiziğe taşır. Çünkü tek tek insan fiilleri, bir bütünün parçası olmadığı sürece tamamıyla gayesizleşmektedir. Gaye ise insan fiilini herhangi bir hayvanın davranışından ayıran bir anlam olarak fiile katılır ve hiçbir zaman duyularla kavranamaz. Zira anlamın akıldan hayale intikal edip hayalin nesnesi olarak somutlaştırıldığını düşünürsek bir fiilde aklın kavradığı anlam, o fiilin başarılı veya başarısız gayesidir. Diğer deyişle aklın kavradığı varlık anlamı, insani bir fiilde gaye olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda ahlâkın kendinde temellenmiş olduğu, ancak fiilin bir gayesi olduğu ölçüde anlamlıdır. Gayelilik ise ahlâk söz konusu olduğunda iyi (birr, ihsân, hayr) arayışı demektir. Dolayısıyla varlık, gaye ve iyilik, herhangi bir insani edimin ahlâki niteliğini tayin etmede eş kapsamlı olup aynı duruma farklı açılardan verilen isimlerdir.
Evet, insan vazgeçemeyeceği şekilde özgür bir varlıktır ve İslam filozoflarının “ikinci yetkinlikler” adını verdiği var oluş seviyesini yine kendisi inşa eder. Ahlâki iyi ve kötünün ölçütü ise insanın yetkinliğidir. Bir fiil, insanda kuvve hâlinde içerilen varlık anlamını tahakkuk ettirip yetkinleştirdiği ölçüde iyilikle ve aksi durumla kötülükle nitelenir. Diğer deyişle kaynaklandığı kuvveyi veya organı tüketen ve onun varhk imkânlarını yok eden bir fiil, gayrı ahlâkidir ve bunun tersi de doğrudur. Bu dünyanın bir parçası olarak var olduğu sürece insanın sınırları, onun aktif hâle gelmesi muhtemel yetkinliklerinin de sınırı olacaktır. İbn Sînâ bu durumu; “bir nesnenin yetkinlikleri, onun tanımında içerilir” şeklinde genel ilke olarak vazetrniştir. Dolayısıyla insanın yapısına, kuvvelerinin işleyişine, kuvveler arası ilişkisel düzene ve bu dünyanın bir parçası olarak insanın varlıktaki yerine dair bir tasavvura sahip olunmalıdır ki insanın bu dünyadaki eğreti ve mecazi bulunuşunu, onu yetkinleştirerek olabildiğince hakikate dönüştüren bir ahlâki ölçütler dizisi, bu tasavvur üzerine inşa edilebilsin. Bu bağlamda varlık ve dolayısıyla iyilik ve yetkinlik tecrübesi, dört önemli aşamadan geçerek bütünlenir.
Şu hâlde ahlâk, insan olmanın zorunlu kıldığı Özgür fiiller alanı olduğu sürece insanın, kendisine ilişkin farkındalığını ve kendi imkânlarını keşfetmesini gerektirir. Dolayısıyla insanın insan olduğunun farkında olması, kendisini yetkinleştirecek bir ahlâki ilkeler dizgesini de oluşturma sürecine girmesi demektir ve bir insan veya toplum ister seküler ister dinî bir dünya görüşüne sahip olsun ahlâki tercihlerden kaçınamaz. İnsan hayatında gaye ve yetkinlik nosyonuna dayalı ve bedeli yukarıda belirtilen seviyelerde ahlâki yaşamın veya davranışın kendisi olduğu yahut gayri ahlâki yaşam veya davranışın kendisi olduğu ölçütler dizgesi ve davranış modelleri bulunmak zorundadır. Tamlık, bütünlük, gaye ve yetkinlik anlayışından yoksun bir insani yaşam, aklın sefaleti ve arzuların sahteliğiyle yalnızca kendisini ve evreni anlamsızlaştırma çabası içinde olabilir.
Reklam
Ülkelerin en hayırlısı, sevgi etrafında oluşandır. Çünkü sevgi daimîdir. Nefret ve kin etrafında toplanma ayrılığa götürür. Bu da, yani sevgi ülkesi ya iyilik için, ya menfaat için, ya haz için ya da bunların bir bileşkesi için var olur, iyiliğe gelince, mesela hikmet ehlinin dostluğu böyledir, bu se­beple onların sevgileri kesilmez ve bu sevgi bedenî hazla kesinlikle ilişkili olma­yan bir hazzı verir. Bu sevgiyi tatmayan onu bilmez. Menfaatten dolayı olana gelince, iyilik yapılanın iyilik edene olan sevgisi, yaşlıların arkadaşlığı ve ben­zeri şeyler böyledir. Bu ilişkilerin kesintiye veya değişikliğe uğraması hızlıdır. Haz için olan, karı kocanın sevgisi, delikanlıların ve onların yaşantısını be­nimseyenlerin arkadaşlığı gibidir. Hazzın çabuk ortadan kalkması ve sön­mesi sebebiyle bu grup kısa bir zaman içinde birçok kez ilişki kurabilir ve ayrılabilir, bunların sevgilerinin kalıcı olması nadirdir, bu da hazzın karşılıklı devam etmesi beklendiğinde olur. Ya da sevgi ülkesi bunlardan, yani bu üç şeyin terkibinden oluşur, mesela karı kocanın birlikteliğindeki ortak haz ve menfaat böyledir.(Taşköprizade,2014,ss.228-229)
Eş’arîlik, fiillerin iyi ve kötü oluşunun onların zati volmadığvasıflarıını, ilahi iradeyle belirlendiğini iddia etmiştir. Ahlâki değerlerin belirleyicisi Tanrı olduğundan Eş’arîlere göre iyilik ve kötülüğün bilgisi de nesnel değildir ve ancak bir peygamberin tebliğiyle bilinir. Evet, insan kendi doğasına uygun veya aykırı olanı, yahut kendisi için eksiklik ve tamlık olan şeyleri bilebilir ama bu şeyler, ahlâki anlamda övgü veya yergiye konu olmayacağı için ahlâki bir nesnellik oluşturmaya temel olamaz. Bu bağlamda Eş’arîlere göre ahlâki hükümlerin nesnelliğinden ziyade bağlayıcı olup olmayacağı önemlidir. Şayet ilahi bir emir ve yasak varsa bağlayıcılıktan bahsedilebilir. Aksi hâlde övgü veya yergiyi gerektiren bir bağlayıcılılaan bahsedilemez. Bağlayıcılık ise esas itibarıyla nübüvvetin ispatına dayalıdır. Peygamberlik ispat edildikten sonra onun Allah’tan getirdiği haberin bağlayıcı olduğu da kamtlanmış olur. Dolayısıyla Eş’arîlere göre akla dayalı bir nesnellik değil vahye dayalı bir bağlayıcılık esastır. Akıl, teklifin dayanağı olmakla birlikte vahiy, hem bilfiil teklife muhatap olmakta hem teklif edilen şeylerin belirlenmesinde etkindir. Bu sebeple doğaya uygun olan veya olmayan şeyler ile akıl için eksiklik veya yetkinlik olan şeylerin insan aklınca bilinebilir olması, herhangi bir ahlâki yükümlülük doğurmaz çünkü dinen bu bilginin bir bağlayıcılığı yoktur.Dini başlardan hüküm çıkarmanın ve dolayısıyla kıyasın hayatı konumda olmasının bir nedeni de budur.
Niyet, dilde kalbin bir menfaatin veya bir zararın peşinen veya ileride elde edilmesi yahut giderilmesi amacına uygun olduğunu düşündüğü şeye doğru itilmesidir. Din, niyete şu anlamı vermiştir: Allah’ın rızasını umarak veya onun emrine tutunarak fiile yönelen iradedir. Niyet dilde azim demektir, dinde ise yüce Allah için fiili kastetmektir. Dolayısıyla niyet ve azim zat bakımından birdir. Niyet kalbin bir şeyde karar kılacak şekilde tam bir kalbî yönelişten ibarettir. Niyetin talep edilen bir şeyi kastetme yoluyla kalbin talep edilen şeyde karar kılması, tam bir yöneliş ve yetkin bir meyil olduğu söylenmiştir. Adet yoluyla yeme ve içme, bu sebeple niyet değildir. Niyetin fesih olabileceği söylenmiştir. Mesela; Hz. Ali şöyle demiştir: “Allah’ı azimlerin feshiyle bildim.” Niyetin ibadeti âdetten ayırmak için teşri edildiği söylenmiştir. Sahâı'f’te niyet, kudreti harekete geçiren ve marifetten kaynaklanan irade olarak açıklanmıştır (Tehânevî, 1996, 2, s. 1735).
Abdülkerim el-Cîlî el-İnsânü’l-Kâmil adlı eserinde iradenin mertebelerini şöyle sıralar: Bil ki, hâdis iradenin mahlûkâtta dokuz mazharı vardır. Birinci mazhar, “meyil”dir. Meyil, kalbin matlubuna doğru çekilmesidir.Bu çekilme güçlendiği ve süreklilik kazandığında “velâ’” adını alır. Bu ikinci mazhardır. Sonra tutkunluk şiddetlendiği ve
963 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.