Kendinden başka her şeye sahip olan modern insan neye açlık duyuyordu? Ruh, neyin açlığını duyuyordu? Şanın, zaferlerin, yargıların, ayrılıkların mı, yoksa sadece önünde diz çekebileceği bir eşiğin açlığını mı?
Bir hayat kırıldığı zaman yeniden bir araya getirilemez, yalancıktan onarılır, kırık parçalar üzerine zamk sürülebilir ama kırığın yapıştırıldığı nokta her zaman göz önünde kalır.
Sessizlik içinde kalmaya teslim olmalı, kurban edilen bir koyun gibi boynumuzu uzatmalı mıyız? Doğmalı ve sessizlik içinde kendi üzerine devrilen iskambilden şatolar gibi ölümün içine batmalı mıyız?
Bu hayat gerçekten sadece bize mi aittir, aşmamız beklenen tek ışık mekanı bu mudur? Her şeyi tek bir varoluş içerisinde oynamak çok büyük bir zalimlik değil midir?
Dünyaya gelmeyi ben arzulamıyorum ama bir kez buraya vardıktan sonra da gitmek istemiyorum. Peki o halde bireyin sorumluluğunun anlamı nedir? Seçen ben miyim, yoksa seçiliyor muyum?