Şiir şöyle başlayacaktı:
Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derinden işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar seviyorum.
Böyle başlayan şiire şunları yazmak, sana anlatmak istiyordum:
Bu 1943 yılında ömrümün öyle bir anı oldu ki, seni görmemekten, senden uzak olmaktan, senin sesini işitememekten, velhasıl sensizlikten, öyle bir acı duydum ve buna şimdi hatırlamasına bile tenezzül etmediğim bazı şeyler katıldı ki bir insanın tahammül edemeyeceği bir azaba düştüm. Beni sonuna kadar iyi dinle ve anlamaya çalış sevgilim. Senin bana herhangi bir mektubunda bilmem hangi meseleden “Beni affet” filan demekliğinde değil. Günüm ve saatım oldu “PİRAYE” diye avaz avaz bağırmamak için dudaklarımı kanattım ve hapishanenin en insansız yerlerine kaçtım. Geceleri ancak iki saat uyuyabiliyordum. Seni on dakika sonra görmezsem ölmek daha iyi diye düşündüm. Hasılı az daha oynatıyordum –maalesef yahut çok şükür ki- hâlâ aynı haldeyim, fakat bir fark var ki onu en sonra yazacağım. Ha, ne diyordum, az kalsın oynatacaktım. İşte o zaman yaşamak ve deli olmamak, delilikten sakınmak insiyakı harekete geçti –ben farkında bile olmadan- ve beni bu müthiş acıdan kurtarmak..
"Hiçbir insan dünyaya kendi isteğiyle gelmez. Hiç bize danışılmadan kendimizi sahneye atılmış olarak buluruz;(...) Bu aşikar zorbalığa karşın bir kez doğduktan sonra kimse gitmek istemez. Neden ? "
"Öte yandan kendime sık sık yinelediğim şey şudur: Bir hayat kırıldığı zaman yeniden bir araya getirilemez, yalancıktan onarılır, kırık parçalar üzerine zamk sürülebilir ama kırığın yapıştırıldığı nokta her zaman göz önünde kalır."
"Babam bir keresinde birbirine sarılmış olarak oturan bir çifti işaret ederek “Neden bütün âşıklar denize bakmayı severler, biliyor musun?” dedi. “Çünkü aşklarının ufuk gibi sonsuz olduğunu düşünürler. Hayalî olan duygularını, hayalî olan bir çizgiye bindirirler.”
"Senin yabani ot dediklerin, kendilerinin öyle olduklarını bilmiyorlar; sen onları yargılayıp mahkûm ediyorsun ama onlar kendilerini çiçek ve ot olarak bütün ötekiler gibi güzel ve önemli sanıyorlar..."
Atalarımız ne gibi seçimler yapmıştır? Bize ne gibi yükler yüklemişlerdir? Bu ağırlıklar arasında neden bu kadar çok fark vardır? Neden kimisi bir tüy kadar hafif koşarken, ayağını topraktan kaldıramayanlat da vardır?
Kendinden başka her şeye sahip olan modern insan neye açlık duyuyordu? Ruh, neyin açlığını duyuyordu? Şanın, zaferlerin, yargıların, ayrılıkların mı, yoksa sadece önünde diz çekebileceği bir eşiğin açlığını mı?
Bir hayat kırıldığı zaman yeniden bir araya getirilemez, yalancıktan onarılır, kırık parçalar üzerine zamk sürülebilir ama kırığın yapıştırıldığı nokta her zaman göz önünde kalır.
Sessizlik içinde kalmaya teslim olmalı, kurban edilen bir koyun gibi boynumuzu uzatmalı mıyız? Doğmalı ve sessizlik içinde kendi üzerine devrilen iskambilden şatolar gibi ölümün içine batmalı mıyız?