Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişemeyeceğinden korkuyorum.
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum…
-Atilla İlhan
Şayet ağzından bir sözcük olsa çıksa, bana doğru bir adım atsa, beni anlamayı denese, o an ona tüm kalbimi verirdim. Ama... size söyledim ya, bu garip tavırlı adam bana ve içimdeki kadına göz ucuyla bile bakmıyordu… Ben ona teslim olmaya öyle hazırdım, onun aşkıyla öyle yanı tutuşuyordum ki bunu ilk olarak kendimle baş başa kaldığımda anladım, onun aydınlık, deyim yerindeyse melek gibi yüzünü heyecana boğan o tutkuyu, içimin karank dehlizine düşüp terk edilmiş bir kalbin boşluğunda fırtına yaratınca anladım.
Ama dediğim gibi bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur.
Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanmadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?