Bir savunma mekanizması olarak, gerek geçmişle barışmak, geçmişte yaşananlarla baş edebilmek için gerekse bugün sahip olmayı arzuladıklarından erişemeyeceklerinin acısını hafifletmek için gerçeği çarpıtıp kendi gerçekliğini yaratır insan. Az ya da çok her insan bu eğilimdedir, hafıza özneldir ve her insan kendine yalan söyler. Elbette bunun patolojik boyutlara ulaştığı sınırlar vardır ama bunlar çok muğlaktır, hatta bence sandığımızdan daha da muğlak. Şeytanın Tozu, iki muhtemel gerçekliğin olduğu bir kurguyla din, inanç, siyaset, kitlelerin manipülasyonu gibi temaları yirminci yüzyıla yön vermiş ideolojiler ekseninde irdeliyor. Komadan uyanan bir doktorun kendi gerçekliği ve başkalarının ona gerçek diye dayattığı senaryolar arasında gidip gelirken, 1930 yılının Almanya’sından dünyaya bakıyor ve distopik de sayılabilecek ancak yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda gerçeğe de oldukça yakın olaylara tanıklık ediyoruz. İdeolojiler ve inançlar insanları kontrol altına alabilmek ve yönetebilmek için nasıl kullanılır, kitleler ve tarih nasıl yönlendirilir ve bilim ile bilim insanları buna nasıl hizmet eder sorularına tarihsel perspektiften bakıyoruz. Romanı okumadan önce Josep Mengele gelmişti aklıma, 1933’te kaleme alınan Şeytan Tozu soğukkanlı ve etkileyici bir şekilde yaklaşmakta olan vahşetin düşünsel hazırlığını anlatıyor adeta. Oldukça sürükleyici, temposu hiç düşmeyen bir kurgu, okuru etkisi altına alan bir atmosfer ve akıcı bir anlatımla muazzam sorgulamaların işlendiği bir novella. Çok beğendim.