Ölüm her insan için ürkütücü bir son. Hayatın bir gerçeği olsa da insanın yüzleşmekten korktuğu ve biraz da merak ettiği farklı bir boyut. Sadece kendi başımıza geleceği için değil, aynı şiddetteki kaygıyla, sevdiklerimizin başına gelmesinden de korkuyoruz. Aslında sihirli bir kelime ölüm. Bazen bitmeyen bir acı, bazen kaçış yolu, bazen de sonsuz bir özlem ve en değerli olanın kaybedilişi… Kim ne anlam yüklerse, daha doğrusu kimin karşısına nasıl çıkarsa, ölüm o oluyor. Émile Zola, bu eseriyle daha önce kimsenin dokunmadığı ama herkesin bildiği ölümü farklı izlerle ölümsüzleştirmiş.
Edebiyatta doğalcılığın kurucusu olarak kabul edilen Zola, gerçeği süslemeden, çirkinliklerini gizlemeden ve özel kahramanlar da yaratmadan eserlerini ortaya çıkarmış. Ölüm gerçeğini en doğal ve sahici yönleriyle romanında işlerken, okuru kendi bakış açısıyla farklı boyutlara taşımış.
Ölümü, her kesimin ortaklaştığı ve toplumsal sınıf farkının yok olduğu tek mecra olarak düşünebiliriz. Ancak tutulan yas, değil sınıflar arasında, her bireyde bile farklılıklar gösteriyor. Zola, yaşamı ve ölümü yeniden sorgulamamız için bize bir fırsat sunmuş. “Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabut, cenaze ortak, yas bireysel… Peki ölüm herkesi eşitler mi?” diyerek, okuyucuya hayat ile ölüm arasında, yeni ve soluksuz bir sayfa aralamış.
Gayet akıcı, sade bir üslupla kaleme alınmış ve çok gerçekçi olan bu kitap okunmayı hak eden kitaplar listesinde yer almalı. Keyifli okumalar